24 Nisan 2007 Salı

ALEVİLİĞİ "DOĞRU" ZEMİNDE TARTIŞMAK!
Türkiye'de hayli zamandır devam eden ve gündemden düşeceğe de hiç benzemeyen aktüel tartışmalardan biri de, kendilerini Alevi olarak tanımlayan vatandaşların kültürel ve dini kimliklerinin tanınması, okullardaki Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinde Aleviliğin de okutulması, Diyanet Teşkilatı içinde Alevi'lerin de temsil edilmesi sorunudur.
Bu tartışmaların genel olarak yanlış bir zeminde yapıldığını düşünüyorum... Çünkü, kendilerini Alevi olarak tanımlayan ve bir kısım taleplerle ortaya çıkan insanlar, çoğu zaman epistemolojik ve tarihsel gerçekleri görmezden gelerek bu taleplerini dillendirmekte; taleplere muhatap olan veya bu konularda fikir beyan etmek durumunda kalanlar da -beki de ve muhtemelen- zaman ve zemini gözeterek ve sorunun, "mazlum bir topluluğun haklı taleplerini yok saymak" gibi bir izlenim yaratacağı korkusuyla genellikle "yutkunarak" konuşmak zorunda kalıyorlar...
Alevi'lerin Diyanet Teşkilatı bünyesinde temsil edilmesi sorunundan başlayacak olursak, özetle belirtmek gerekirse, Diyanet, bir 'temsil' kurumu değil; değişik mezhepler ve tarikatlar burada temsil edilmiyor. Devletin Diyanet'e verdiği görev, 'İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak kuralları ile ilgili işleri yürütmek, ibadet yerlerini yönetmek'tir ve burada mezheplerle, meşreplerle alakalı herhangi bir ayırım sözkonusu değildir. Görev ve hizmetin gerçekleşmesi aşamasında Diyanet'in daha çok Sünnilere hizmet verdiği, daha gerçekçi bir ifadeyle Sünniler'in bu hizmetlerden yararlandığı doğrudur; fakat bu, Diyanet'ten çok bazı Aleviler'in, ibadetlerini ve ibadet yerlerini farklı bir çerçevede algılamaları ile alakalıdır. Bu noktada Alevilik, ancak bir tarikat gibi düşünülebilir ve diğer bütün tarikatlar gibi Diyanet'in hizmet alanının dışında kalmaktadır.
Cem'evini ve cem ayinini caminin ve namazın karşısına koyup buna göre kıyaslamalar yapmak yanlıştır ve maalesef, günümüzde çoğu zaman yapılan da bu... Ama, bir Kadiri tekkesiyle Cem'evini, bir sema ayini ile cem törenini karşılaştırabilirsiniz. İslam kültür geleneğinde, bugünkü anlamda bir Cem'evi yok... Hatta, Alevi tarihinde de yok... Örneğin, Aleviliğin resmi mezhep olduğu İran'da, caminin yanında kimsenin cem'evi diye bir talebi hiçbir zaman olmaz.Çünkü, o insanlar, bu mezhebin İslam'ın bir yorumu (ama belki farklı bir yorumu) olduğunu bilirler. Fakat, inanan insanların toplanıp tanışma-dertleşme amacıyla kullandıkları mekanlar vardır ama, bunlar (bugün talep edildiği gibi) caminin muadili değildir.
Türkiye'de yaşayan Şafii mezhebine mensup insanların, kendilerinin "devlet tarafından tanınmaları" talebi ne kadar yanlış olur ise, kendilerini Alevi olarak kabul eden insanların da, devlet tarafından tanınmalarını talep etmeleri de o kadar yanlıştır... Bu şu demektir: Aslında, Türkiye'de, Hanefi, Şafii... mezhebi gibi bir mezhep olarak kabul edebileceğimiz Aleviler yok denecek kadar az... Tekrar edecek olursak, Türkiye'de Diyanet teşkilatı, belli bir mezhep üzerine kurulu ve onlara hizmet veriyor değil ki, Aleviler de, başka bir mezhep olarak tanınmayı talep ediyorlar...Yani, Diyanet teşkilatında, mezhepler ayrı ayrı temsil edilmiyor...Kendilerini müslüman olarak kabul eden herkes, Diyanetin hizmetlerinin kapsamındadır...
Alevilik, (daha doğrusu, İmamiye/İsna-Aşere/Caferilik) bir din değil, İslam'ın (Hanefilik, Şafiilik, Hanbeli'lik, Maliki'lik gibi) bir mezhebidir, yani yorumudur. İkinci önemli nokta, Türkiye'de, kendilerini Alevi olarak tanımlayan insanların bu mezhebin neresinde yer aldıkları ve onu temsil edip etmedikleri, soğukkanlı bir şekilde komplekssiz olarak tartışılmalı ve ortaya konmalıdır.
Keza, yakın zamanda gündeme gelen Alevilerin 20 temel kurucusunun kitaplarının Diyanet tarafından yayınlanacağı ile ilgili sözleri anlamak da mümkün değil... Kim bu temsilciler? Eğer, köy odalarında okutulan ve Alevi literatür açısından aslında bir orjinalitesi ve bağlayıcılığı olmayan halk kitapları kastediliyorsa, bunları Aleviliğin kaynakları olarak kabul etmek zaten yanlış... İslam'ın bir mezhebi (farklı bir yorumu) olan Aleviliğin temel kitapları, zaten yıllardır basılmaya ve ilgililer tarafından okunmaya devam ediyor...Fakat ne yazık ki, Türkiye'de kendilerini Alevi olarak tanımlayan insanlar bu gibi kitaplara pek de rağbet etmiyorlar...Örnek olarak, Abdülbaki Gölpınarlı'nın, "İslam Mezhepleri ve Şiilik" (Der yay.) kitabında bu kaynakların hepsi belirtilmiş ve kullanılmıştır... Yine -sanırın- kendisi de bir Alevi dedesi olan Ethem Ruhi Fığlalı'nın, "Alevilik-Bektaşilik" (Boğaziçi yay.) ve "İmamiyye Şiası" (Çağrı yay.) kitabında da Aleviliğin temel kaynakları belirtilmiş ve kullanılmış durumda...
Din dersi müfredatında, Aleviliğin bir fasikül olarak müfredata ilave edilmesi, ne yaptığını bilmeyen bazı kişilerin eyyamcılığından başka bir şey değildir.
Bunları söylerken, Alevi'lerin yok sayılmasını veya görmezlikten gelinmesini elbette ki savunmuyorum; ama, "ayrı bir din"miş gibi değerlendirilmesi veya müfredata konması, bir yanlışı, daha vahim sonuçlar doğurabilecek başka bir yanlışla telafi etme işgüzarlığından başka bir şey değildir. Sorun, devletin, AB standardında bir yapıya kavuşmasını temin etmek ve vatandaşı inançlarında serbest bırakması, onlara müdahale etmemesidir.
Bu itibarla Türkiye'deki Alevi'leri bir mezhep olarak değil, kendilerine özgü bir takım inançları, kutsalları, gelenekleri, kültürleri olan bir topluluk olarak kabul etmek ve onlara -her inanç gurubuna gerektiği gibi- sonuna kadar da saygı göstermek lazım.Fakat, olgunun/sorunun adını yanlış koyarsak, tahmin edemeyeceğimiz başka sorunlarla her zaman karşılaşabiliriz.
Ne yazık ki Türkiye’de kendilerini “Anadolu Alevileri” olarak tanımlayan inanç kesimi ile bu konularda konuşmak ve uzlaşmak pek de kolay olmuyor…Çünkü, her nedense, onlar, Aleviliği, garip bir şekilde İslam öncesinden başlatmaya meyilli oluyorlar genellikle… Halbuki, bu iddia, tüm tarihsel gerçeklere aykırıdır…Zira,bir düşüncenin yanlışlığı veya doğruluğu, ya, “Saha/Alan Araştırması” sonucu veya “Literatür Araştırması” sonucu ortaya konabilir… Alevilik, sosyolojik bir olgu olduğu için hem “Saha Araştırması” ve hem de bir inanç konusu olduğundan “Literatür Araştırması” gerektiriyor…
Her şeyden önce şunu açıkça ortaya koymak lazım:Sosyolojik bir olgu olarak ülkemizde var olan Alevilik ile (inanç konusu olduğu için, mutlaka müracaat etmemiz gereken) bu inancın “Kutsal Kaynaklar”ı (literatür) arasında bir uyumsuzluk, bazı noktalarda çelişkiler var…
Bu konuda şöyle bir tasavvurla başlamak istiyorum: “Hakikat”le yüzleşmek gerekir mi? Yani, ne kadar, şimdiye dek bildiklerimize/inandıklarımıza aykırı olursa olsun, bir konuda “hakikat” ne ise ona teslim olmak ve o doğrultuda düşünüp hareket etmek gerekir mi?
Eğer bu sorunun cevabı “evet!” ise, can alıcı bir soru daha sormak kaçınılmaz oluyor: “Hakikat nedir ve ‘hakikat’in ne olduğuna kim ve nasıl karar verecek?” Elbette karar verecek merci tek bir sahış ya da kurum olamaz!…Vurgulamak istediğim sadece ve sadece şu: Alevilik; Hıristiyanlık, Yahudilik gibi bir din değil, İslam dininin bünyesinde, Hanefi, Şafi…gibi bir mezheptir; İslam’ın farklı bir yorumudur… Normal olarak Alevi bir insan, kendisini İslam’ın dışında herhangi bir dine mensup olarak kabul etmez; Aleviliği bir din olarak görmez, görmemelidir…
Örneğin, Irak’ta da yoğun bir Alevi/Şii nüfus var ama, onlar kendilerini müslüman ama farklı bir mezhebe mensup olarak tanımlıyorlar…Hatta, Aleviliğin resmi mezhep (resmi din değil!) olduğu İran’da bile durum böyle…Fakat Türkiye’de yanlış olarak Alevi mezhebine mensup bazı insanlar kendilerini başka bir dine mensupmuş gibi algılıyorlar ve bu yönde bazı taleplerde bulunuyorlar…Ya da, kendilerine has bir takım inançları/kutsalları, hatta ibadetleri olan insanlar, bu olguyu Alevilik olarak tanımlamalarına rağmen, inançlarının/ibadetlerinin Alevilik literatüründe bir karşılığı bulunmuyor…Bu yüzden, sözkonusu inanç sahiplerini -kitabi ve tarihsel anlamda- Alevi olarak kabul etmek yerine, her inanç gurubuna gerektiği gibi, sonuna kadar saygı göstermekle birlikte, bunları bir din ya mezhep olarak değil –belki- bir “cemaat” veya topluluk olarak kabul etmek daha doğru olur…
Burada şu sorulabilir: Bu şekilde kendilerine özgü inançları, kutsalları, ibadetleri olan insanları bir mezhep ya da din mensubu kabul etmekle, bir cemaat ya da topluluk kabul etmek arasındaki fark nedir? Ya da bu o kadar önemli mi?Bu şu açıdan önemli: Eğer, kutsal olandan, yani bir inanç alanından ve inanç sahiplerinden sözediyorsak ve bu inanç sahipleri (tüm inanç sahipleri gibi) –gayet doğal olarak- yaptıkları ibadetlerden/iyiliklerden bir karşılık (mükafat) bekliyorlarsa, bu ibadetlerin kutsal/ilahi metinlerde/kaynaklarda bir temeli/dayanağı olup olmadığı çok önem arzetmektedir.Bu sadece Aleviler için değil, tüm inanç sahibi topluluklar için geçerlidir…
Yanlış anlamaya meydan vermemek için önce, Sünni dünyadan bir örnek verelim: Bugün Sünni dünyadaki inanç grupları içinde, belli bir cemaate/tarikata mensup olup da, bu tarikatın kendilerine önerdiği belli ritüelleri yaptığında bundan bir karşılık bekleyen insanlar var… (Diyelim, günde belli zikirleri/duaları okumak vs.) Eğer, bu ritüellerin Sünni kutsal metinlerde bir karşılığı yoksa bu insanların bütün çabası/iyi niyeti boşa gitmiş olmaz mı?...İşte, “hakikat”le yüzleşmekten kastettiğim tam da bu…
Bu şekildeki tanımlamalardan bazı Aleviler rahatsız oluyor ama, başka türlü ifade etmek yanlış olur: Türkiye’de kendilerini Alevi olarak tanımlayan, ama -deyim yerindeyse- teolojik ve tarihsel açıdan bu tanımın içinde yer almayan insanlar, eğer yaptıkları ibadetler/iyilikler karşılığında, lehlerine olarak “öteki dünya”da (Ahirette) bir karşılık bekliyorlarsa ( ki, İslam inancına göre ibadet bu amaçla yapılıyor), sözkonusu ibadetlerin dini/teolojik bir temeli/karşılığı olup olmadığını da önemsemek ve araştırmak durumunda olmalıdırlar…
Burada referans olarak kabul edilecek kaynaklar, herkesçe bilindiği gibi, başta İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an ve Hz.Muhammed’in Sünnetidir…Çünkü, bir şeyin İslam’dan olup olmadığının ölçüsü bu iki kaynakta yer alıp almamasıyla doğru orantılıdır… Sünni insanlar da, Alevi insanlarda, kendi inançlarını/ibadetlerini buna göre değerlendirmelidirler…Yukarıda da belirttiğim gibi, örneğin İslam kültür tarihinde Cem’evi ve Cem ayini diye bir şeye rastlamak mümkün değil… Alevilik, temelde, Caferi mezhebi olarak bilinen İmam Cafer-i Sadık’ın mezhebi ise (ki tartışmasız öyledir), bu mezhebin geleneğinde de böyle bir kurum yok…Ne böyle bir kurum var ve ne de Türkiye’deki Alevilerin yaptığı ibadetler/inançlar var…
Alevilerin, bir taraftan Diyanet teşkilatına karşı çıkıp, hatta bunun ortadan kaldırılmasını hararetle savunup diğer taraftan da, bu teşkilatta Alevilerin neden temsil edilmediğinden şikayet ettiklerini anlamak da zordur…
Diyanet teşkilatının laik bir devlette olup olamayacağı tartışılabilir…Ancak, Türkiye’nin –başka bir çok konuda olduğu gibi- kendine özgü şartları/sorunlar vardır…Özetle, bugün Diyanet teşkilatının kaldırılmasını veya okullarda Din derslerinin kaldırılmasını savunmak, ülkeyi Raelyanlara, Falcılara, Cincilere, kısacası şarlatanlara teslim etmeyi göze almak demektir… Doğacak boşluğu bunların doldurmayacağının garantisini kimse veremez…
Hiç kimse Türkiye’deki veya dünyanın başka yerindeki Alevileri, eğer Aleviliği, Hanefilik, Şafiilik gibi bir mezhep ve İslam’ın bir yorumu olarak kabul ediyorlarsa, “öteki” olarak tanımlamaz… Çünkü, biz aynı dünya görüşüne mensup inanç sahipleriyiz… Sorun, “olgu”nun “literatür”e uygun olup olmadığını araştırmak ve epistemolojik ve tarihsel gerçeklerdir… Basitçe ifade etmek gerekirse, “Ali’siz Alevilik” (!) diye bir kitap yazılıp satılıyorsa, bu sadece koyu bir cehaleti ortaya koyar… Elbette kimse, Alevilere nerede ibadet etmeleri gerektiğini söyleyemez… Fakat, işin gerçeği de şu: Bir kişi müslüman ise, cami dışında bir ibadet yeri aramamalıdır…
Ben de, Alevileri “öteki” olarak görmüyorum; tıpkı Hıristiyanları, Yahudileri görmediğim ve onları da Evrensel din İslam içinde kabul ettiğim gibi…Fakat, şu andaki inanç mensuplarının bu dinin ve inançların neresinde yer aldıklarını (tıpkı Müslümanların inançları tartışıldığı gibi) tartışılabilir……
Diyanet’in hizmetlerinden Sünnilerin, özellikle de Hanefilerin yararlanması, ülkedeki nüfus oranıyla açıklanabilen bir durumdur…Çünkü, örneğin, Maliki ve Hanbeli mezhebine mensup insan neredeyse yok Türkiye’de… Bu hizmetlerden, Aleviliği bir mezhep olarak kabul eden Aleviler de rahatlıkla yararlanabilirler…
Tekrar belirtmek gerekirse, bu yazıda altı çizilmek istenen temel husus şudur: Kendini müslüman olarak tanımlayan bazı insanların yaptıkları ibadetler, inandıkları şeylerin nasıl İslam’da (daha özel olarak İslam’ın bir yorumu olan Hanefi mezhebinde veya Sünni mezheplerde) yeri yoksa, bazı Alevilerin kimi inançlarının da, ibadetlerinin de (eğer Alevilik, teolojij/siyasi/tarihsel anlamda Hz.Ali’nin taraftarları; fıkhi anlamda da Caferi/İmamiyye/İsna-Aşere mezhebine mensup olmak anlamına geliyorsa -ki kesinlikle böyle- ) İslam’da bir yeri yok…
Ben Alevilik derken Caferiliği anlıyorum ve bunun devlet olarak var olduğu İran’da, kimse cami dışında cem’evine gider mi? Veya cami dışında bir ibadet yeri talep eder mi? Müslümanların kıldığı namaz, tuttuğu oruçtan farklı namaz ve oruç iddiasıyla ortaya çıkar mı? Ama Türkiye’de bu türden iddialar, inançlar var…Ve ben bunun, teolojik anlamda yanlış olduğunu söylüyorum… Türkiye’deki “olgu”yu, sosyolojik anlamda değerlendirmek, kendilerine özgü inançları/kutsalları olan bir topluluk olarak kabul etmek gerektiğini söylüyorum…
Daha açık söylemem gerekirse, cem’evindeki toplantıların ve çalışmaların/ibadetlerin “kutsal” bir değeri yok; sadece “kültürel” -belki folklorik- bir değerinin olduğunu söylüyorum… Ama, bu insanlar kendilerini bu şekilde ifade etmeyi tercih ediyorlarsa ve bunu içselleştirmişlerse, buna –tüm inanç gruplarına olduğu gibi- sonuna kadar da saygı gösterilmesi ve müdahale edilmemesi gerektiğini söylüyorum… Yalnız, bunun “kutsal” değil, “kültürel” bir değeri olduğunu söylemek, asla bunu küçümsemek anlamına gelmez….Sadece, bunun Ahiret hayatında, bireylerin lehine olarak bir sonuç getirmeyeceğinin bilinmesi gerektiğini vurgulamak istiyorum…
Tarihte de, Türkiye’deki olguya benzer, Aleviliğin ruhuyla bağdaşmayan oluşumlar var olmuştur; bunu inkar eden yok…Ama İslami açıdan nitelikleri aynıdır… İnsanların tarih boyunca inançları dolayısıyla çektiği sıkıntıları ve yaşadıklarını şu anlamda ayrı tutulması lazım: Buna bir insan olarak her inanç grubu muhatap olmuştur ve bir insan olarak da hepimiz karşı çıkarız…Ayrıca, bu konuda mağdur olan da sadece Aleviler değil…Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar döneminde inançlarından veya başka sebeplerden dolayı pek çok insan zulme uğramış ve İslam dininin yüceliğiyle hiç de orantılı olmayan bir tarih yaşanmıştır…
Alevilik, Hz.Ali’ye taraftar olanlar anlamına geliyorsa ve tarihsel olarak da böyleyse, Aleviler’in tarih sahnesine siyasal anlamda çıkışları, en erken Hz.Ali’nin hayatında, gerçekte ise daha sonraki siyasal gelişmeler akabindedir…
Ehl-i Beyt’i ve Hz.Ali’yi sevmede bir Sünni ile Alevi arasında da önemli farklar olduğu söylenebilir…Kısaca belirtmek gerekirse, bir Sünni, Hz.Ali’yi, amiyane söyleyecek olursak- kara kaşı kara gözü için değil, Raşif Halifelerin 4.sü ve Hz.Muhammed’in Ehl-i Beyti’nden olduğu için sever…
Sonuç olarak;eğer amacımız "hakikat"e ulaşmaksa ve inançlarımızda, düşüncelerimizde bir yanlışlık olabileceğini kabul ediyorsak ve karşımızdaki insanın bu noktada bize bir "katkı"da bulunabileceğine -en azından prensip olarak- inanıyorsak bu konuları bütün boyutlarıyla tartışabilmeliyiz…Çünkü, sonuçta üzerinde konuştuğumuz konu, bir yönüyle "inanç alanı"na ilişkin, diğer yönüyle "gelenek ve kültür"ün karıştığı sosyal bir olgu...Yani "insana dair"dir... Eğer biz bunu kendi aramızda medenice tartışamıyorsak, bence, sorun, "olgunun doğası"ndan değil, bizden kaynaklanıyor...

Hiç yorum yok: