24 Nisan 2007 Salı

KIYAMETIN KOPMASI/ALAMETLERİ, MEHDİ, DECCAL
VE
HZ.İSA’NIN İNİŞİ ETRAFINDAKİ TARTIŞMALAR

Tüm İslam toplumlarında olduğu gibi Türkiye’de de hiç bitmeyen ve zaman zaman çok sıcak bir şekilde gündeme oturan tartışma konularından biri de Kıyametin ne zaman kopacağı, alametleri ve bununla bağlantılı olarak Mehdi ve Deccal’ın ne zaman ve nerede ortaya çıkacağı, Hz.İsa’nın gökten yeryüzüne inmesidir…
Öncelikle, bu konudaki nihai düşüncemi özetleyip sonra konuyu genişçe tartışmayı tercih edeceğim…
Kur’an ve sünnet lafızları, bazılarının yaptığı gibi, salt gramatik/filolojik bir yöntemle yorumlanabilecek ve kendisinden hüküm çıkarılabilecek metinler değildir;çünkü, bunlar, herşeyden önce, “din dili” ile indirilmiş/söylenmiş kutsal metinlerdir. Bunların kendine özgü bir “anlaşılma ve yorumlanma metodolojisi” vardır. İndiği lafızlarla, hiç değişmeden günümüze intikal eden tek kutsal metin kur’an olduğu için, bu konudaki tartışmaları onun üzerinden yürütmek, en doğru ve yegane yoldur.
Türkiye’de bu konu tartışılırken, özellikle televizyon programındaki tartışmalarda, çoğu zaman, o mesele hakkında söz söyleyebilecek en son insanlar, hatta hiçbir zaman söz söyleme hakkı ve yetkisi olmayan, böyle bir birikimi ve eğitimi de olmayan insanlar davet edilmektedir…
Örneğin, Ömer Çelakıl gibi, bırakın bu konularda söz söyleyebilecek birikim ve eğitimde olmayı, iyi bir okuyucu bile olmayan bir insanla kıyamet sorununun tartışılması ve hatta onun nerdeyse her şeyi söylemeye yetkili ve ciddiye alınır bir insan gibi görülmesi oldukça şaşırtıcı doğrusu….
Bazen Arap dili uzmanı, bazen bili adamı olduğunu söyleyen Serkan Tekin de Çelakıl’dan farklı değilidr.. Ve bu, sadece Türkiye’de insanların, kendilerini ve kabiliyetlerini bilmemeleriyle ilgili bir durumdur…Arap dünyasında, ortalama okuma yazması olan herkes onun kadar bilgiye sahiptir… Ayrıca, Serkan Tekin’in, kendi vehmince (çünkü, böyle bir şey de yok; bu yine onun, “bir dil’i iyi bilme”nin ne demek olduğunu tam kavrayamamasıyla ilgili bir sorun; bir dille yazışma yapamayan bir insanın, onu iyi bildiğini iddia etmesinden daha saçma bir şey olamaz) Arapça’yı iyi bilmesi de onun sandığı kadar, böyle meseleleri konuşmak için yeterli değildir… Çünkü, İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Hadisler, Arapça’dır ama, bunları “doğru anlamak ve yorumlamak” için salt Arapça bilmek kesinlikle yeterli değildir.Başka bir ifadeyle, İslam’ın kutsal metinlerini anlamak için Arapça’yı bilmek gerekli; ama kesinlikle tek başına yeterli değildir…Zira, Kur’an ve Sünnet, her şeyden önce, “din dili” ile indirilmiş/söylenmiş kutsal metinlerdir; herhangi Arapça bir metin değillerdir… Dolayısıyla, bunların kendine özgü bir anlaşılma ve yorumlanma metodolojileri vardır…Bunları, herhangi bir metin gibi, gramatik/filolojik tahlillere tabi tutup, onlardan hüküm çıkarmaya çalışmak yanlıştır…Sebebi gayet basit: Arap dili ile ilgili gramatik/filolojik tüm literatür, Kur’an ve Sünnet’in ortaya çıkışından sonradır…Bugün, Arap dili ve edebiyatıyla ilgili elimizdeki en eski sözlük, hicri 2.asra aittir… Başka bir ifadeyle, bu literatür, çok daha sonra oluşmuştur ve Kur’an ve Sünnet, onu, filolojik/gramatik tahlillere tabi tutacak bir topluma/ortama inmemişti…
Peki, Kıyamet meselesi doğru bir zeminde nasıl tartışılabilir?
Her şeyden önce, kaynak tespitinin yapılması gerekir…
Ne demek bu?
Bugün, indiği gibi lafız olarak elimizde olan ve hiçbir şekilde değişmeyen tek kutsal metin Kur’andır…Bir kere, Tevrat, İncil vs.den örnekler vermek, sadece cehaletin bir ifadesidir…Bunların, kutsal metin olup olmadıkları bile tartışmalıdır…
Diğer taraftan, İslam’ın temel kaynaklarından biri olan Sünnet’i de burada ölçü alamayız…Sebebi de şu: Çünkü, her şeyden önce, hadislerin doğruluklarını tespit etme gibi bir sorunla karşı karşıyayız…Dahası; Hz.Peygamberin söylediği orijinal lafızla günümüze intikal eden hadis, neredeyse yoktur…Bu konuda elimizde olan hadislerse, çok iyi bir eleştiriye tabi tutulmayı gerektiriyor…
Bu söylediklerime bazı örnekler vereyim:
Örnek-1:
Şu anda İstanbul’un Eyüp semtinde medfun olduğu söylenen Cabir b.Abdillah adlı bir sahabe, bugün bizim kıyametin kopmasına yakın çıkacağı üzerine spekülasyon yaptığımız deccal konusunda, o zaman hayatta olan İbn Sayyad adlı bir çocuğun deccal olduğu konusunda yemin etmiştir…Gerekçesi de şu:Hz.Ömer, peygamberin yanında, onun, yani İbn Sayyad’ın, deccal olduğuna yemin etti,peygamber buna itiraz etmedi…
Tek başına bu rivayet, bu tür konuların lafzi olarak anlaşılmasını ve yorumlanmasını engelleme yeter, diye düşünüyorum…
Örnek-2:
Hz.Ömer’in de olduğu bir ortamda, Hz.Muhammed ile İbn Sayyad arasında bir konuşma geçiyor; Hz.Ömer, peygamberden onu öldürmek için izin istiyor ve sonunda peygamber Hz.Ömer’e şunu diyor:
Eğer bu deccalsa, sen onu öldüremezsin; değilse, onu öldürmenin bir anlamı ve faydası yok!
Burada şuna dikkat edelim: Bizin bugün kıyametin bir alameti olarak tartıştığımız bir şahsı, o gün peygamber bile varlığından ve kendi zamanında yaşadığından kuşkuya düşmüştür…Daha doğrusu, o şahsın deccal olabileceği ihtimalini tartışmıştır…
Örnek-3:
Yine deccalla ilgili, kaynaklarda Cessase hadisi diye bilinen bir hadiste, Hz.Peygamber’in dilinden şunlar aktarılmaktadır:
Bilesiniz o, Şam denizinde veya Yemen denizindedir.Hayır, o doğu tarafındandır.Evet, o, doğu tarafından zuhur edecektir, deniliyor…
Burada, hadisin, kendi içinde çelişki taşıdığı sanırım gayet açık…
Örnek-4:
Hadislerde, “deccal’ın bir insanı öldürüp, yeniden dirilteceğinden” sözediliyor…
Yine, Allah’ın yeryüzünde koyduğu yasalar, yani tabiat kanunları açısından bakıldığında bunu kabul etmek mümkün değildir…
Örnek-5:
Deccalın yanında, su ve ateş olduğu; ateş olarak görünenin tatlı su, su olarak görünen şeyin ateş olduğu belirtilmektedir…
Sanırım, burada, ya hadisi aktaranlardan kaynaklanan bir anlam kayması vardır veya tamamen sembolik bir anlatım sözkonusudur…
Örnek-6:
Bazı hadislerde deccalın alnında “bu kafirdir” yazılı olacağı söylenmektedir…
Şimdi düşünelim: Allah’ın yeryüzünde koyduğu yasalar yani Sünnetullah açısından baktığımızda böyle bir şeyin olması hikmete uygun düşer mi hiç? Çünkü bu, imtihan olmanın anlamsız oluşunu sonuç verecektir…İslami terminolojiyle ifade edecek olursak, o zaman herkes iman etmeye mecbur kalacak ve Ebubekir’le Ebucehil arasında bir fark kalmayacaktır…
Örnek-7:
Kıyametin alametleri arasında sayılan Hz.İsa’nın gökten inişiyle ilgili bir hadiste,Hz.İsa’nın faaliyetleri arasında “haçı kırmak, domuzu öldürmek, cizyeyi kaldırmak” sayılmaktadır….
Sanırım, artık dünyada cizyenin var olduğu bir toplumsal yapı olmadığını ve bunun ortadan kalktığını söylemek, sadece malumu ilamdır… Keza, “haçı kırmak ve domuzu öldürmek” ten ne kastedildiği de belli değildir…
Örnek-8:
Yine ilgili bir hadiste, kıyamete yakın, “mal öyle artar ki, kimse kabul etmez” deniyor…
İnsanların açlıktan öldüğü ve tüm dünyada ciddi krizlerin yaşandığı günümüzde, bunun da bir karşılığı olmadığı çok açık…
Örnek-9:
Hz.Peygamber, bir defasında, şehadet parmağı ile orta parmağını göstererek, “ben, kıyamete şöyle yakın olarak gönderildim” demiştir…Diğer bir hadiste, “Hilafet’in Medine’den Arz-ı Mukaddese’ye (Suriye) indiğini görürsen, o gün kıyamet, şu elimin başıma olan yakınlığı gibi olur,” demiştir.
Buradan şunu anlıyoruz: Eğer bu hadisleri peygamber söylemişse, kıyameti kendi zamanına çok yakın bir olay olarak tasvir etmiştir…
Örnek-10:
Bir hadiste şöyle deniliyor: “Kıyametin kopmasına yakın, bazı insanlar günahları sebebiyle hayvan suretine çevrilecekler; bazıları yere batırılacaklar ve bazıları da ‘taşlanma’ gazabına uğrayacaklardır.”
Yine Allah’ın yeryüzünde koyduğu tabiat kanunları açısından bakıldığında, bu durumun da hikmete hiç uygun düşmeyeceği ortadadır… Bazı hadislerde “vahşi hayvanlar insanlarla konuşmadıkça kıyamet kopmayacaktır,” denilmektedir…
Yine bir başka hadiste, “Fırat nehri, altın bir dağ üzerinden açılmadıkça kıyamet kopmaz,” denilmektedir…
Keza, “kıyamet, mümin insanlar üzerine kopmayacaktır”, anlamında hadisler vardır…
Güneşin Batı’dan doğmasıyla ilgili hadisler de vardır…
Burada ya, hadislerin Hz.Peygambere ait oluşuyla ilgili bir sorun var, ya “anlam kayması (mana ile rivayet) var veyahut da temsili bir anlarım sözkonusudur… Çünkü, örneğin, hayvanların insanlarla konuşmasını lafzi anlamda kabul etmek mümkün değildir..
Örnek-11: Kur’anda bir ayette de geçen Dabbet’ül-Arz’la ilgili bir hadis şöyledir:
Bir sahabe şöyle aktarıyor: “Resulullah, beni, Mekke’ye yakın badiyedeki bir yere götürdü.Burası kuru bir yerdi, etrafı da kumdu. Resulullah, “dabbet’ül-arz bu yerden çıkacak” buyurdu.İşaret edilen yerin eni ve boyu bir karıştı.”
Burada, ravinin, dabbet’ül-arzın çıkışını çok mevzii bir olay olarak algıladığı apaçık ortadadır…
Keza; “Sizler, gözleri küçük, yüzleri geniş-yuvarlak bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmaz” anlamında hadisler vardır…Müfessirler, bu kavmin Türkler olduğunu ifade etmişlerdir genellikle…
Örnek-12:
Bu hadisler içinde en ilginç olanı ise, “İstanbul’un fethi deccalın çıkmasıdır” anlamındaki hadistir…
Buraya kadar aktardığım hadisler, İslam dünyasında Kur’andan sonra en sahih kitap olarak kabul edilen “Buhari, Müslim, Nesei, Ebu Davut, Tirmizi ve İbni- Mace”den oluşan 6 sahih kitaptan alınan hadislerdir…Bunların dışındaki kaynaklarda öyle hadisler var ki, tamamen akıl ve mantık dışı şeyler üzerine kurgulanmışlardır…Bunları, konumuzun dışında kabul edelim ama, aktardığım hadislerle ilgili de sanırım şunu rahatlıkla söylemek gerekir:
Bu hadisleri, lafzi anlamda aynen kabul etmek ve lafızları üzere yorumlamak kesinlikle doğru değildir…Bir kısmının Hz.Peygambere ait oluşu zaten tartışılır…Ait olanlar bile, ya anlam kaymasına uğramışlardır veyahut da, aslında temsili olarak çok daha farklı bir şeyi ortaya koymaktadırlar…
…İşte, bu hadislerle ne anlatılmak istendiği, yani bu hadislerin doğru anlaşılması ve yorumlanması tamamen ayrı bir şeydir ve çok ciddi araştırmaları gerektirmektedir…Üstelik, bu konu, yani Kıyamet konusu, “gaybe ait” bir konudur ve bu tür hadisler daha özel bir statüye tabidir…Mesela, diğer konularda, bir hadisin, hadis metodolojisine göre sahih, hatta bazı konularda (ahlak ve faziletler gibi) zayıf olması yeterli görülürken, gaybe ait konularla ilgili hadislerin “mütevatir” olması şart koşulmaktadır…
Konuyu şuraya getireceğim: Bu tür hadisleri anlamak ve yorumlamak çok özel bir araştırmayı gerektiriyor…Türkiye’de bu konular üzerinde çalışan ve kendisine müracaat edildiğinde gerçekten bizi aydınlatacak insanlar var, keşke bunların görüşlerine başvurulsa…
Örneğin, Prof.İlyas Çelebi, bunlardan biridir… (Sanırım, Marmara İlahiyat) Konu hakkında (bildiğim kadarıyla) 2-3 yayınlanmış kitabı da var…Yine, hadisler üzerine metin tenkidi açısından doktora yapan Prof.Mustafa Ertürk’ün henüz basılmamış bir kitabı bulunuyor (Çorum İlahiyat fakültesi)… Şu anda, Sivas’ta Cumhuriyet üniv.ilahiyat fakültesinde öğretim üyesi olan Doç.Dr.Enbiya Yıldırım’ın yine henüz basılmayan, “Hadiste Metin Tenkidi” adlı doktora tezi mevcuttur…Ve bu konuyla dolayı ilgili bir kitaptır… Keza, şu anda Diyanet İşleri Başkan yardımcılığı görevinde bulunan Doç.Dr.Mehmet Görmez, yine bu konuda kendisine başvurulabilecek kişilerdendir…Aynı şekilde, onun mesai arkadaşlarından Doç.Dr. M.Emin Özafşar, Bünyamin Erul, (Ankara İlahiyat) bu konularla doğrudan veya dolaylı ilgilenen, kitap yazan insanlardır… Ayrıca, Mehdilik konusunda Prof.Avni İlhan’ın (İzmir İlahiyat), Deccal ve Hz.İsa’nın nüzulü konusunda Prof.Zeki Sarıtoprak’ın 2 ayrı çalışması var…Yine Kur’anın, tarihsel bir hitap olarak nasıl anlaşılması ve yorumlanması gerektiği ile ilgili Ankara İlahiyattan, Prof.Ömer Özsoy ve Prof.İlhami Güler’in kayda değer araştırmaları var…
Bunları özellikle de şunun için söylüyorum: Kutsal metinleri anlamak ve yorumlamak çok ciddi bir eğitim ve birikim isteyen bir iştir ve mesela bir programda çocuk doktoru olan bir şahsın dediği gibi, “Kur’andaki Ye’cuc ve Me’cuc’un, halk arasındaki eciş-bücüş’e tekabül ettiğini” söylemek gibi gayr-i ciddilik ve lakaytlıklara izin vermez…
Tekrar başa dönecek olursak, eğer tartışma hadisler üzerinden yürütülecekse, Kıyamet gibi gayp konusuyla ilgili hadisler, daha ayrı, özel ve hassas bir alandır ve bu konuda özel çalışmaları olan insanları davet etmek gerekir…Ama, en sağlıklı ve sorunsuz yol, indiği şekliyle hiç değişmeden günümüze intikal eden tek kutsal metin olan Kur’an üzerinden sorunu anlamaya/tartışmaya çalışmaktır… Çünkü, hadislerle ilgili, her şeyden önce, Hz.Peygambere ait olup olmadıklarını tespit etme gibi bir sorun var, sonra nasıl anlaşılacağı ve yorumlanacağı gündeme gelecektir…Fakat ayetler için böyle bir şey sözkonusu değil…Sadece, nasıl anlaşılması ve yorumlanması gerektiği sorunu var…O yüzden, kıyametle ilgili tartışmayı Kur’an ayetleri üzerinden devam ettirmek tek çıkar yoldur…
Peki, Kur’an ayetleri bu konuda ne diyor?
Bu konuda yine önce nihai fikrimi söyleyip sonra izahat vermeyi doğru buluyorum:
Kur’anda kıyamet alametlerinden sözettiği kabul edilen ayetlerdeki işaretlerin (duhan, dabbet’ül-arz,ye’cuc-me’cuc) kesin olarak “ne olduğunu” ve “neye tekabül ettiğini” tayin etmek mümkün değildir…çünkü, bunlar “müteşabih” ayetlerdir…tartışmasız olan tek husus, kıyametin kopmasıdır… ve o anda tasvir edilen sahnelerdir…
Sanırım burada yine “metodoloji”, yani, Kur’anın anlaşılması ve yorumlanması alanına girdiğimiz fark edilecektir… Çünkü, bilindiği gibi Kur’anın, ne tematik, ne sistematik ve ne de kronolojik olmayan, kendine özgü bir tertibi var…Ve O’nun bir konudaki hükmünü anlamak, şu andaki mevcut/mushaf tertibini aşan, bunun ötesinde araştırmalar yapmayı zorunlu kılıyor…
Diğer taraftan bizzat Kur’an, bazı ayetlerinin “müteşabih”, yani “manasını yalnızca Yüce Allahın bilebileceği ayetler” olduğunu söylüyor…
Burada temas edilmesi gereken önemli bir konu daha kaldı…O da şu: İslami gelenek içinde bazı ayetler, zaten bu şekilde yani, “müteşabih” olarak kabul edilmekte ve yorumlanmaktadır…Örneğin, bizzat Kur’anda birkaç yerde geçen ve Allah’a isnat edilen, bazı yerlerde O’nu tavsif eden, “Ayn (göz), Cenb (taraf),Fevk (üst) Vech (yüz) Yed (el), kabza (avuç)”… gibi sıfatlar, lafzi, yani gramatik/filolojik anlamlarından farklı olarak kabul edilmektedir…Örneğin, hiç kimse, “Allah’ın eli”nden sözeden ayetleri, “Allah’ın bir eli olduğu şeklinde” anlamamaktadır…
Yine bazı surelerin başlarında bulunan Mukatta’a harflerini de bu çerçevede değerlendirebiliriz…
Yalnız, bu söylediklerim, Kur’andaki ayetleri, herkesin istediği gibi, gramatik/filolojik anlamı dışında, yani Batıni olarak yorumlayıp, anlam verebileceği anlamına kesinlikle gelmiyor…Tekrar belirteyim ki, bu sadece ve sadece, “müteşabih” olan belli ayetler için sözkonusudur…
Şimdi ilgili ayetlere dönebiliriz:
En çok tartışılan, etrafında gürültü koparılan ve bazı kesimlerce rant kapısı yapılmaya çalışılan Hz.İsa’nın inişi konusunu ele alalım…
Dikkat edilirse, yukarıda, kıyamet alametleri içinde bunu özellikle saymadım…Çünkü, Kur’anda, Hz.İsa’nın, kıyamete yakın gökten yeryüzüne ineceğini açıkça belirten bir ayet yok…Bu konudaki düşünceler ve iddialar, tamamen kişisel yorumlardan, daha doğrusu “zorlama” yorumlardan ibarettir…
Hz.İsa’dan sözeden ayetlere siyak-sibak bütünlüğü içinde bakıldığında, Hz.İsa’nın nüzulü konusuyla hiçbir ilgilerinin olmadığı sanırım çok açıktır… (Ayet mealleri farklı olabilir ama, sonucu etkilemez bu…)
Burada söylenebilecek bir husus daha kalıyor: Ayetlerde Hz.İsa’nın nüzulü konusu açık ve net olmasa bile, konuyla ilgili inkarı mümkün olmayan hadisler vardır ve sözkonusu hadisler bunu kanıtlamaya yeter… Yani, ayetlerde bir sarahat olmasa bile, konuyla ilgili sahih hadisler var… Ancak, daha önce de işaret ettiğim gibi, önemli olan hem bu konudaki hadislerin Hz.Peygambere ait olup olmadıkları ve hem de, tıpkı ayetlerde olduğu gibi, nasıl anlaşılmaları ve yorumlanmaları gerektiği…
Yani, eğer Nüzul-i İsa konusunda, gerçekten, kendisiyle amel edilmesi gereken hadisler varsa, bunların peygamber tarafından söylenmiş olması yeterlidir… Bu açıdan Kur’an ile Sünnet arasında kategorik olarak bir ayırım yapmak yanlıştır; ancak, şu anlamda bir mahiyet farkı vardır: Kur’anın sübutü kat’i, delaleti, ilk muhataplar için kat’i, sonrakiler için kat’i olan ayetler de var zanni olanlar da…Sünnet’in ise, hem sübutü ve hem de delaleti, ilk muhataplar için kat’i, sonrakiler için zannidir… Arada, sadece böyle bir mahiyet farkı vardır…Daha da basitçe ifade etmek gerekirse, eğer bir hükmün sünnetle ortaya konduğu sabit ise, onun Kur’anla birlikte “din”den oluşu tartışma dışıdır…Sadece, sünnet’in, sonraki nesillere aktarımı Kur’anla aynı kesinlikte olmadığı için bu noktada, sünnetin sıhhatini tespit gibi bir sorun var… Başka bir ifadeyle, Kur’an, 6.000 küsur ayetten oluşmaktadır ve bu konuda sübut açısından hiçbir tartışma yok; ama hadisler için aynı şey söylenemez…Bir kere, hadislerin sayısı konusunda bir ittifak yok, sonra, sıhhati konusundaki görüşler çok farklı…Ama bunların hiç biri, hadislerin gözardı edilmesi için bir sebep olamaz…Sonuçta, hadislerle ortaya konan hükmü tespit etmek, “daha zor”dur, daha geniş araştırmaları gerektirmektedir…Sadece bu kadar… Nitekim, İslam dünyasında, tek 1 hadis üzerine yapılmış doktora tezinin varlığı bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Diğer taraftan, Kur’an vahyi inmeye devam ederken, bir taraftan Hz.Peygamber, dinin büyük bir kısmını sünnetle ortaya koyuyordu bu zaman zarfında…Hatta, önce sünnetle ortaya konulup da, sonra ayetlerin onayladığı hükümler de bulunmaktadır. Yani, Hz.Peygamber, sünnetle dini hükümler ortaya koyduğunda aynı zamanda Kur’an inmeye devam ediyordu ve eğer, bunların içinde Allah’ın onaylamadığı bir hüküm olsaydı, peygamber mutlaka uyarılırdı…Nitekim, örmekleri var…Abdullah İbn Ümmü Mektum konusunda bile peygamberi ikaz eden Yüce Allah’ın, diğer konulara lakayt kalması düşünülemez… Sonra, “Bedir Esirleri”ne yapılan muamele vb. başka konular da var…Dolayısıyla, eğer, Sünnet’le ortaya konan dini bir hüküm, “sabit ise” ve vahiy tarihi boyunca, Allah’ın aksine bir hükmü/vahyi yoksa, bunların kesinlikle Allah tarafından din olarak kabul edildiği sonucuna varmak lazım… Yani, bunların, “dinin aslı” olup olmadıkları değil, sabit olup olmadıkları ve hem ilk muhatap ve hem de sonraki nesiller için “ne dedikleri” tartışılmalıdır sadece…
Bu söylediklerimi, konumuzla irtibatlandırırsak, Nüzul-i İsa konusundaki hadislerin, böyle bir inancı ortaya koyacak sarahat ve kesinlikte olmadığı rahatlıkla söylenebilir… En azından, hadislerde anlatılan bazı ayrıntılar, bunlarla lafzi olarak amel edilmesini imkansız hale getirmektedir…
Hz.İsa, niye gelecek ve ne getirecek, neyi düzeltecek? Hangi sıfatla gelecek? Nerede ortaya çıkacak?
Bence, bunlar, bir kere, “hatem’ül-enbiya” inancı açısından hayli problem çıkarır…
Diğer bir nokta, bilindiği gibi, Hz.İsa’ya verilmiş bazı mucizeler var… Bunlar, onun ağzından Kur’anda şöyle anlatılmaktadır:
“Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratır, ona üflerim, Allâh'ın izniyle hemen kuş oluverir; körü ve alacalıyı iyileştiririm; Allâh'ın izniyle ölüleri diriltirim; evlerinizde ne yeyip, ne biriktirdiğinizi size haber veririm.”
Şimdi düşünelim, peygamberliği sırasındaki tarihsel zaman dilimi içinde, çok anlamlı olan ve bir şeye tekabül eden bu mucizeleri bugün gösterdiğinde, imtihan sırrı açısından durum ne olur? Adeta, herkes iman etmeye mecbur kalır…
Hz.İsa’nın inişi konusunda olduğu gibi, Mehdi ve Deccal konusuna da Kur’anda temas edilmemektedir, ancak konuyla ilgili hadisler vardır…Hz.İsa’nın nüzulüyle ilgili hadisler hakkında söylediklerim, Mehdi ve Deccal hadisleri için de aynen geçerlidir…
Kanaatimce, burada meseleye tersinden bakmayı deneyip, bu konudaki rivayetlerin nasıl yorumlanacağı değil, nasıl yorumlanamayacağı veya nasıl yorumlanmaması gerektiği üzerinde durmak lazım. Çünkü, nasıl yorumlanacağının bir sınırı yoktur.Nitekim, bu hadislerin rivayet edildiği ilk asırlardan bugüne kadar bir çok yorum ve değerlendirme yapılmıştır.Halen de yapılmaktadır.
Bu konularda, hadis metodolojisi açısından zayıf veya uydurma rivayetler bulunduğu gibi, senet açısından sıhhatinde şüphe bulunmayan rivayetlerin de bulunduğu anlaşılıyor. Ancak bir rivayetin senet açısından sahih olması, onun muhteva (mânâ) açısından da kabul ve kendisiyle amel edilebilir olduğu anlamına gelmiyor. Yani bir hadis, senet açısından sahih olduğu halde, kendisiyle amel edilmeye engel unsurlar ve illetler taşıyabilmektedir.Zaten, muhakkik alimlerin, muğayyibat, ahiret ahvali ve inanç konusunda sadece mütevatir hadisi delil olarak kabul etmelerinin sebebi budur. Zira, ahat haberin ravisinin yanılma ve hata etme ihtimali her zaman sözkonusudur. Yani, hadislerde geçen ayrıntılar veya ortaya konan tasvirler/kurgular, Kur’anın sarih/açık ayetlerine aykırılık teşkil ediyorsa, kesinlikle bunlarla amel edilmez, bunlar üzerinden tartışma yapılmaz…
Dabbet’ül-Arz hakkında tek 1 ayet var ve bu ayetin siyak-sibakına bakıldığında, bunun müteşabih olan ayetler kategorisine dahil olduğu apaçık anlaşılmaktadır.Zira, Allah’ın yeryüzündeki kanunlarına (sünnetullah) aykırı olarak, yerden çıkacak bir dabbe’nin, “iman etmediklerini insanlara söylemesi”, niteliğini asla bilemeyeceğimiz bir durumdur…
Ye’cuc ve Me’cuc konusuna gelince… Konuyla ilgili 2 ayet sözkonusu…İşin en ilginç tarafı, daha doğrusu, bu ayetlerin müteşabih olduğu ve kendileriyle tam olarak ne kastedildiğinin bilinemeyeceğinin en açık kanıtı, her bir ayetin çok ayrı zaman dilimlerinden sözetmesidir…Bilindiği gibi, bir ayette, tarihte yaşamış olan Zülkarneyn isimli bir hükümdar’dan sözedilirken geçmektedir…Diğer ayette ise, “kıyamet alametleri” arasında, yani gelecekle ilgili bir haber olarak geçmektedir…
Temas edilmesi gereken son konuda Ömer Çelakıl ve Serkan Tekin’in (farklı şekillerde de olsa) yaptığı gibi, Kur’an ayetlerini matematiksel bir sistemle yorumlamanın veya Ebced-Cifir hesapları üzerinden anlamaya çalışmanın hiçbir şekilde dinde yeri olmadığı hususudur…Ebced-Cifir hesabını, Muhyiddin-i Arabi’nin veya İslam tarihinde bazı alimlerin kullanmış olması, hiçbir şey ifade etmez…Bu, İslam öncesi kültürlerde bile var olan bir hesap sistemidir ve İslam kültürüne de oradan geçmiştir…Belki, günümüzdeki falcılığa benzer bir eğlence ve mizah aracı olarak kullanılabilir ama, asla, din adına bir şeyi kanıtlamada veya ortaya koymada kullanılamaz…Bu konudaki bütün spekülasyonların hiçbir kıymeti olmadığı konusunda, batıni yorumlar üzerinde doktora yapan ve İslam kültüründe bu konuda ortaya atılan tüm düşünceleri/yorumları titizlikle ve bilimsel bir yöntemle tahlil eden, Samsun İlahiyat fakültesi öğretim üyesi Dr.Mustafa Öztürk’ün kitabından bir fikir edinilebilir… (Kitabının adı: Kur’an ve Aşırı Yorum, Kitabiyat yay.)
Sonuç olarak; kıyamet ve kıyamet alametleriyle ilgili Hz.Peygambere isnad edilen hadislerin bir kısmının doğruluğunu kabul etmek mümkün değildir; bir kısmı ise, ya anlam kaymasına (mana ile rivayet) uğradıkları için veya temsili olarak ifade edilen bazı şeyler, “hakikat” olarak algılandığı ve raviler tarafından sonraki nesillere öyle ulaştırıldığı için, sünnetullaha aykırı, akıl ve mantığa uymayan bir tablo sergilemektedirler…Bu durumda, tek dayanak ve üzerinde tartışmanın yürütülebileceği alan olarak, indiği gibi hiç değişmeden günümüze intikal eden tek kutsal metin olan kur’an kalmaktadır…
Kur’anda, Hz.isa’nın inişi, mehdi, deccal vs. İlgili açık bir ayet yoktur…bu konudaki düşünceler ve çıkarsamalar, sadece kişisel ve zorlanma yorumlardır… Kıyamet alametleri arasında açıkça zikredilen, Duhan (duman), Dabbet’ül-arz ve Ye’cuc-Mecuc’la ilgili ayetler ise, Kur’anın “müteşabih” denilen ve ne olduğunu sadece allah’ın bildiği ayetlerdendir… Buradaki ayetlerle tam olarak ne kastedildiğini ve bunların neye tekabül ettiğini kesin olarak söylemek, hatta tahmin etmek mümkün değildir… Bunun dışında kim ne söylerse söylesin, o, ya cehaletinden söylüyordur, ya şarlatandır, ya şöyle ya da böyle rant peşindedir….

Hiç yorum yok: