24 Nisan 2007 Salı

TERÖR: DÜŞÜNCENİN İFLASI!

İngiltere’deki eylemler, terörü bir kez daha dünyanın ve Türkiye’nin gündemine getirdi…Zaten, terörün dünya gündeminden düştüğü de yok ya;Irak’ta –neredeyse- her gün İngiltere’dekine yakın insan hayatını kaybetmekte, yaralanıp sakatlanmakta;çocuklar yetim, kalmaktadır…
11 Eylül saldırıları ile çok belirgin olarak dünya gündemine oturan bu eylemleri çeşitli açılardan değerlendirmek mümkün…Fakat bence, bu değerlendirmeler 2 noktada toplanabilir: Birincisi, eylem sahiplerinin bu eylemleriyle neyi hedefledikleri, ve eylemlerin bu hedefe hizmet edip edemeyeceği; İkincisi, bu eylemlerin, eylem sahiplerinin kendini ait hissettikleri dünya görüşü açısından bir temele oturup oturmadığı…
Bu tür eylemlerin, eylem sahiplerinin sahiplendikleri sorunların çözümü açısından hiçbir olumlu katkı sağlayamayacaklarını KM’de yayınlanan, “IRAK: DİRENİŞ Mİ, ÇILGINLIK MI?” başlıklı yazımda ortaya koymaya çalışmıştım… Oradaki düşüncelerimi yeniden tekrarlamaya gerek görmüyorum…Bu yazıda, bu tür eylemlerin, İslami dünya görüşü açısından “meşruiyetini” tartışmak istiyorum...
Komplo teorilerine sığınmanın ve –aslında- çok açık bir olguyu, önce muamma haline sokup sonra da bu muammayı çözmek(!) için malumatfuruşluk yapmanın manası yok: Bu tür eylemler, İsrail politikaları ve -en son- ABD’nin ırak’ı işgaline karşı “İslam adına” gösterilen bir tepkidir. Yapanlar, El-Kaide veya buna benzer Ortadoğu kaynaklı bir örgüttür…
Eylemlerin niçin yapıldığı da çok açık:Eylemler üzerinden İsrail ve ABD’ye ve bu arada Irak’ın işgaline fiilen de katılan İngiltere’ye bir ders vermek, onları mevcut politikalardan vazgeçirmeye çalışmak ve dünya kamu oyunun dikkatini bu meselelere çekmek…
Buraya kadar anlattıklarım, Türk kamu oyunda da farklı şekillerde dile getirilen ve bilinen hususlar…Üzerinde pek durulmayan ve bence asıl önemli olan nokta şu: Bu ve benzeri eylemleri yapan insanların referansları nedir?
Bunu kısaca şu şekilde özetleyebilirim:
İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Hz.peygamberin hadislerindeki bazı talimatların (emir, yasak, yönlendirme) “tarihi bağlam”larından koparılarak ve “zaman-mekan unsuru”na bakılmaksızın yanlış algılanması ve yorumlanması ve “klasik uluslar arası ilişkiler kuramı”nın ve “tarihi deneyimleri”nin etkisinde kalınmasıdır…”
Hemen belirtmek gerekir ki, bu konudaki “yanlış algılama ve yorumlama” genel anlamda “İslam’ın bazı hükümlerinin yanlış algılanması ve yorumlanması”nın bir parçasıdır…
Klasik İslami Uluslar arası ilişkiler kuramını yorumlamaya gerek kalmadan, Kur’an’daki ilgili ayetleri doğru anlar ve tarihi bağlamı içinde yorumlarsak, meseleyi büyük ölçüde çözeriz, diye düşünüyorum…
Önce olaya tersinden bakalım ve “anlama çabası” olmazsa, ilgili ayetlerin nasıl yorumlanabileceğini görelim…
Kur’anda konuyla ilgili ayetlerden bazıları şunlardır:
“…Artık o müşrikleri onları nerede bulursanız öldürün, onları (esir olarak) yakalayın, onları hapsedin, onların bütün geçit yerlerini tutun.” (et-Tevbe,-5)
“… Küfrün önderlerini hemen öldürün.(et-Tevbe)
“…Onları nerede yakalarsanız öldürün….”(Bakara,191)

“…Allah’a, ne Ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve peygamberinin haram ettiği şeyleri haram tanımayan, hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle, zelil ve hakir kendi el(ler)iyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın!.”(et-Tevbe,29)

“Ey iman edenler, kâfirlerden size yakın olanlarla savaşın, sizde büyük bir azim ve şiddet bulsunlar.”(et-Tevbe,123)
“…Fitne kalmayıncaya ve din, yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.”(Bakara, 193)

Görüldüğü gibi, tarihsel ve toplumsal-siyasi bağlamından koparılarak okunduğunda bu ayetlerden her türlü terör eylemi için bir referans bulmak mümkün…Tabii, tam aksi yönde, yani “insanlarla uzlaşmayı, onlarla iyi geçinmeyi tavsiye eden, saldırıyı yasaklayan” vs. ayetler de var…Uzatmamak için bunları tekrarlamadan, tarihsel bağlamı içinde doğrudan savaş ve savunma ile ilgili ayetlerin nasıl indiğine bakalım:
1-Meşru müdafaa denilen ve müslümanlara veya ülkelerine yönelen tecâvüzlere karşı harp.
Mesela;
“Kendileriyle mukatele edilen (düşmanların hücumuna uğrayan mü’min )lere, uğradıkları o zulümden dolayı (bilmukabele harbe) izin verildi. Şüphesiz ki Allah, onlara yardım etmeye kemaliyle kadirdir. Onlar haksız yere ve ancak “Rabbimiz Allah’tır” diyorlar diye yurtlarından çıkarılmışlardır.” (Hac, 39-40)
“Size harp açanlarla, Allah yolunda, sizde savaşın (ancak) aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara, 190)
Bu âyetler, aynı zamanda şu temel hükme dayanmaktadır:
“Kim kendisine (yapılan) zulmün ardından herhalde hakkını alırsa bunlar aleyhine (mesuliyete) bir yol yoktur. O yol, ancak insanlara zulmetmek ve yeryüzünde haksız olarak tagallübe kalkmakta olanlara karşıdır. İşte bunlara pek acıklı bir azap vardır.”( Şûra, 41-42
2-Zayıf durumdaki azınlık müslüman bir topluluğun, onlara zulmeden ve haklarını çiğneyen kendi gayr-ı müslim devletlerine karşı İslam devletinden yardım istemeleri halinde, onlara yardım maksadıyla.
Mesela;
“İman getirip de hicret etmeyenlere ise, hicret edecekleri zamana kadar sizin onlara hiçbir şey ile velâyetiniz yoktur. (Bununla beraber) eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse yardım etmek üstünüze borçtur. Şu kadar ki sizinle aralarında antlaşma olan bir kavim aleyhine değil. Allah yapacaklarınızı hakkıyla görücüdür.”(el-Enfal,72)
“Size ne oluyor ki Allah yolunda ve acz-u ızdırap içinde bırakılıp “Ey Rabbimiz, bizi ahalisi zâlim olan şu memleketten (kurtarıp) çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda düşmanla çarpışmıyorsunuz?” (Nisa, 95)
3-Önceden mevcut bir harbin kesintiye uğramasından veya yapılmış bir sulhun düşman tarafından bozulmasından sonra te’dip ve sulh halinin temini maksadıyla harbe devam edilmesi (Barış için Savaş):
Hicretten sonra Medine’de Yahudilerle sulh anlaşması yapılmış, Mekke müşrikleri ile mevcut harp hali de Hudeybiye anlaşmasıyla sona ermişti. Daha sonra müşrikler anlaşmayı bozdukları gibi, Yahudiler de müslümanlara karşı müşrikler ve münafıklarla iş birliği yaparak anlaşmayı çiğnemişlerdi. Arap yarımadası müşrikler ile Yahudilerin, İslam ve müslümanların kökünü kazımak için ittifak ettiklerine en kesin delil Hendek harbidir. O zamana kadar nâzil olan savaş âyetleri, yalnız Kureyş’in tecâvüz ve düşmanlığını defetmek için müslümanlara savaş izni ve emri verirken, Hendek’ten sonra, Yarımada’da müslümanların onlarla top yekun savaşmaları kesin hükme bağlanıyordu.
Şu âyetler, müslümanlarla yaptıkları mütarekeyi bozan ve sulh içinde münasebetler kuramayacakları, yılların gösterdiği tecrübelerle artık anlaşılan düşmanlara karşı uygulanacak hükmü tespit etmektedir:
“Eğer ahitlerinizden sonra yine antlarını bozarlar ve dininize saldırırlarsa küfrün önderlerini hemen öldürün. Çünkü onlar (hakikat de) antları olmayan adamlardır. (Bu suretle) umulur ki (onlara tabi olanlar) vazgeçerler. (Ey mü’minler), antlarını bozan, o peygamberi sürüp çıkarmayı kuran ve bununla beraber ilk defada sizinle kendileri (muharebeye) başlayan bir kavim ile savaşmaz mısınız? Onlardan korkacak mısınız? Eğer inanmış kişilerseniz kendisinden korkmanıza daha çok layık olan bir Allah vardır.”(et-Tevbe,12-13)
“Antlaşma yaptığınız müşriklerden size (ahitlerinin şartlarında) hiçbir eksiklik yapmamış, aleyhinize(düşmanlarınızdan) hiçbir kimseye yardım etmemiş olanlar (bu hükümden) müstesnadır. O halde onların müddetleri(bitinceye) kadar ahitlerini tamamlayın. Çünkü Allah (haksızlıktan) sakınanları sever. (dokunulması) haram olan o aylar çıktığı zaman artık o müşrikleri onları nerede bulursanız öldürün, onları (esir olarak) yakalayın, onları hapsedin, onların bütün geçit yerlerini tutun.” (et-Tevbe,4-5)
Burada dikkat edilmesi gereken en önemli olan nokta ise şudur:
Bu gibi âyetler dışında, yukarıda atıfta bulunduğum “her nerede olursa olsunlar müşriklerle savaşmak onlara şiddet göstermek, öldürmek gibi emirleri içeren âyetler de, esasen yukarıdaki sebeplerle ilan edilmiş bulunan harp esnasında yapılacak muameleyi” gösterir. Yoksa mevzuları, her durumda fırsat bulunca hemen harp açmak değildir.
Bu manadaki âyetler “harp halinin devam etmekte olduğunu, mü’minler için emniyetin sağlandığına ve savaşa yol açan sebeplerin tamamen ortadan kaldırıldığına kanaat getirilinceye kadar savaşın sürdürülmesine” işaret etmektedir. Örnek olarak şu âyetler zikredilebilir
“Onları nerede yakalarsanız öldürün, onları sizi çıkardıkları yerden çıkarın.”(Bakara,191)
“Kendilerine kitap verilenlerden ne Allah’a, ne Ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve peygamberinin haram ettiği şeyleri haram tanımayan, hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle, zelil ve hakir kendi el(ler)iyle cizye verecekleri zamana kadar muharebe edin.”(et-Tevbe,29)
“Müşrikler sizinle nasıl top yekun harp ederlerse sizde onlarla top yekun harp edin.”(et-Tevbe, 36)
“Ey iman edenler, kâfirlerden size yakın olanlarla muharebe , edin sizde büyük bir azim ve şiddet bulsunlar.”(et-Tevbe,123)
“Ey peygamber, mü’minleri harbe teşvik et.”(el-Enfal,65)
Görüldüğü gibi tarihsel ve toplumsal-siyasi bağlamı içinde ilgili ayetlere bakıldığında, bunlarda “asıl olan şeyin barış olduğu” açıkça görülmektedir. Başka şekilde ifade edecek olursak, Kurânda Cihad ve Kıtal (savaşmak) ile ilgili bütün ayetler, Mekke’li müşrikler ve geç döneme doğru Kitap Ehli (Yahudi ve Hıristiyanlar) tarafından yaratılan “sürekli savaş” durumu ortamında inmiştir… Dolayısıyla, elbette ki “savaş durumu” devam ettiği müddetçe, savaş şeklinin “savunma” veya “saldırı” tarzında olması, tamamen askeri anlamda bir strateji ve taktik meselesidir…
Kur’anın bu konudaki ayetlerini doğru olarak anlamak için, ayetlerin indiği sosyal ve siyasi atmosferi bilmenin önemi bıktırma pahasına da olsa tekrar edilmeğe değer bir husustur.İslam’ın doğuş çağı, bütün dünyanın -genel anlamda- savunma ve savaş psikolojisi içinde yaşadığı, uluslar arası ilişkilerin karşılıklı güvensizlik ve korkuya dayalı olarak şekillendiği bir dünya idi. Aslında bu durum, sadece İslam’ın ilk doğduğu zaman dilimi itibariyle değil, belki son yüzyıla kadar –aşağı-yukarı- böyle olmakta devam etti… Hatta, İnsanlar, “barış”ın kıymetini (veya savaşların, her açıdan, ne kadar tahripkar olduğunu) ve “öteki” insanların hukukuna riayet edip onlarla birlikte yaşamayı, biraz da savaşın verdiği zarar kendilerine de iyice dokununca, 2.Dünya Savaşı sırasında öğrendiler, demek de yanlış olmaz…
Hz. Peygamber, İslam dinini tebliğ etmeye başlayınca, başta Arap müşrikleri olmak üzere, bu harekete karşı bir çok karşı çıkmalar, saldırılar, savaşlar başlatılmış ve bu dini yok etmeye çalışmışlardır. İlk İslam toplumunun, başta Mekke’li müşriklerle olmak üzere yaptıkları savaşları hepimiz biliyoruz. İnen ayetlerin, bu fiili durumu yok sayarak ve görmezlikten gelmesi elbette beklenemezdi. Yine Hz. Peygamberin de, İslam dinini ve toplumunu yok etmek için girişilen bu hareketler karşısında lakayt kalması düşünülemezdi. İşte, kısaca özetlediğim bu olağanüstü durumda, İslamı kabul etmeyen veya ona karşı savaş açan insan ve topluluklarla ilgili bir takım hükümler, daha doğrusu, müslümanların onlarla ilişkilerini düzenleyen esaslar bulunmaktadır. Ne yazık ki, bu durum ve sözkonusu hükümler, kıyamete kadar geçerli olan ideal hükümler olarak algılanmış ve bütün yorum ve değerlendirmeler buna göre yapılmıştır.
Eğer savaş durumunda sevkedilen olağanüstü şartların mahsulü talimatlar, müslümanların kıyamete kadar uluslar arası ilişkilerde uygulayacakları esaslar olarak algılanırsa Kur’anın hitap düzeyi yanlış algılanmış olur. İslamın uluslar arası ilişkilerde tavsiye ettiği kalıcı tavır bu değildir.
Keza, Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili olumsuz ayetler ve Hz. Peygamberin bu konuda bazı hadisleri var...Hadislerin sıhhati (doğruluğu) bir yana, bunlar o gün fiilen yaşayan müşahhas bir topluluktan ve bunların halet-i ruhiyelerinden sözetmektedir; kıyamete kadar gelecek bütün yahudi ve hıristiyanlardan değil.
Suudi Yazar, A.Ahmet Ebu Süleyman, Fehmi Koru tarafından dilimize çevrilen, “İslamın Uluslar arası İlişkiler Kuramı” adlı kitabında, “klasik kuramın, günümüz uluslar arası ilişkilerde uygulanamayacağını” çeşitli örneklerle ayrıntılı olarak çok güzel açıklamıştır…
Ne yazık ki, İslam dünyası hem Kur’an ve Hadislerdeki talimatları ve hem de klasik İslami Uluslar arası ilişkiler kuramını doğru algılayamadığı için, bu gibi konularda net tavrını ortaya koymaktan çekinmektedir…Buna, “intihar eylemleri”ni örnek verebiliriz…Hatırlanırsa, bu gibi eylemler ortaya çıktığında hep “çaresizlik” olarak yorumlanmış ve -adeta- mazur görülmüştü… Yusuf el-Kardavi gibi mutedil bir İslam aliminin bu tür eylemleri tasvip etmesini anlamak da mümkün değildir…Halbuki, İsrail’in (veya diğer emperyalist güçlerin) yaptıkları ne olursa olsun, herkes bu gibi eylemlere şiddetle karşı çıkmalı idi.
Yeniden yazımın başlığına dönecek olursam, hangi amaç ve yöntemle ve kime yönelik olursa olsun, terör, düşüncenin iflası, daha doğrusu, düşüncesizliğinden izharından başka bir şey değildir… Aynı zamanda da, sorunları çözmek açısından “acziyet”in itirafından başka bir şey olamaz…
Terörü engellemek için ortaya atılan, “uluslar arası ortak platform oluşturulmalı” türünden öneriler, sadece karanlığa taş atmaktır…Çünkü, “ölümü göze almış” bir insana (veya örgüte) karşı, güvenlik tedbiri olarak yapılabilecek fazla bir şey olamaz ve böyle birileri kafasına koydukları eylemleri şöyle veya böyle gerçekleştirirler…
Teröre engel olmanın yegane yöntemi, “varlık sebebi”ni ortadan kaldırmaktır…Burada “varlık sebebi” olarak nitelendirdiğim şey, eylem sahiplerinin uğruna sözkonusu eylemlere başvurdukları gerekçelerden bağımsız olmamakla birlikte, onu aşan sebeplerdir… Kısaca bunlar, yukarıda farklı bir şekilde vurguladığım, bu tür eylemlerle bir sonuç alınmayacağı konusunda bu tür eylem sahiplerinin şu veya bu yolla ikna edilmesi ve eylemlerin İslam’ın kutsal kaynaklarında meşrulaştırıcı bir dayanağının kesinlikle olmadığını ortaya koymak ve yüksek sesle haykırmaktır…
Denilecek ki, “Hırsızın hiç mi suçu yok;neden eylemlerin gerekçelerinin ortadan kaldırılmasıyla ilgili bir öneri yok bu yazıda?”
Bu konuda bir şey söylemeyi veya öneride bulunmayı lüzumsuz görüyorum…Çünkü, bu “Ne yapılmalı?” sorusuna cevap aramak demektir ve önü açık bir süreçtir;halbuki bu yazının konusu “Ne yapılmaması” gerektiğini ortaya koymaktır…
Bu tür eylemlere “çaresizlik” vs.türü kılıflar uyduranlara da söylenecek tek bir şey var: Çaresizseniz, Allah’ın verdiği akıl nimetini kullanarak çare üretin!
Ayrıca, herhangi bir konuda sağlıklı düşünebilmek için öncelikle bir “ateşkes” gerekir…Böyle bir ortamda, kimsenin bir şey düşünecek mecali zaten olamaz…İntihar eylemi yapmaya karar vermiş bir insandan sıhhatli düşünce üretmesi beklenebilir mi?
Sonuç olarak; İslam dini, “Kim bir insanın canına kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur” öğretisini kendine ilke edinmesi gerekenlerin dinidir… Bu tür eylemlerin, İslam dininin kutsal kaynaklarında bir dayanağı veya örneğini bulmak kesinlikle mümkün değildir… Bu tür eylemlerin biri olan 11 Eylül saldırıları, dünyanın her tarafında Müslümanların dışlanmasıyla birlikte, İslam dünyasının önüne, Afganistan operasyonu ve Irak işgali gibi izleri asırlar sürecek sorunlar koydu…Bundan sonra yapılacak her eylemin benzeri bir sonuç (İran ve Suriye’ye saldırmak için bir bahane olması gibi) doğuracağını görmemek için, kör, sağır, basiretsiz ve ferasetsiz olmak lazım.

Hiç yorum yok: