24 Nisan 2007 Salı

Tartışılmaya Değer Bir Kitap:
“ŞEYHEFENDİNİN RÜYASINDAKİ TÜRKİYE”

Ülkemizde yayınlanan bazı kitapların, isimlendirildikleri gibi bir muhteva taşımadıklarını, bu yüzden, kitabı satın almadan içeriğini tahkik etme imkanı olmayan okuyucuları cazip isimleriyle yanılttıklarını; tersinin de sözkonusu olduğunu, bazı kitapların da, yanlış –veya yetersiz- isimlendirmeden dolayı hakketmeleri gereken ilgiyi göremediklerini başka bir vesileyle belirtmiştim. İşte, muhtevasına uygun bir isimle bastırılmadığı için hak ettiği ilgiyi görmediğine inandığım kitaplardan biri,muhterem Dr. İsmail KARA’nın “ŞEYHEFENDİNİN RÜYASINDAKİ TÜRKİYE” adlı kitabıdır. (En son Dergah yay.tarafından basıldı.) Kitap, yazarın, Zaman-Yeni Şafak gazetelerindeki yazılarından ve kendisiyle çeşitli tarihlerde yapılan röportajlardan derlenmiştir.
Doğrusu, böyle bir isim, kitabın içeriğiyle karşılaştırıldığında pek de bir anlam ifade etmemektedir. Halbuki, kitapta, tartışılmaya değer önemli yazılar ve konular var... Kitabın içindeki konuları hatırlatacak bir isimlendirme daha faydalı olurdu, kanaatindeyim. Zira, bir okuyucunun bu ismi, bir listede, kitapçı vitrininde veya bir reklamda gördüğünü düşünelim; muhtevayı tahmin etmesi mümkün değil. Dolayısıyla, isimlendirmede böyle bir ihtimal her zaman göz önünde bulundurulmalı; kitap için ilk bakışta muhtevayı aksettirecek bir isim seçilmelidir... Bu bahsi burada kapatıp kitabın muhtevasına dönelim...
Kitap, muhtelif zamanlarda yazılan yazıların yeniden tasnif edilmesiyle oluşmuştur ve genellikle kısa kısa yazılar şeklindedir. Bu itibarla, konuların derinliğine tahlilini aramak yanlış olur. Buna rağmen yine de, kitapta, önemli bilgiler, tespitler ve analizlere rastlamak mümkün...Bu yazıda, hem önemli gördüğüm tespit ve tahlillere temas edecek, hem de hatalı olduğuna inandığım bazı görüşleri ele alacağım.

Diyanet’in Cemaatlere Bırakılması:
Diyanet teşkilatının Türkiyedeki faaliyetleri, konumu, ifa ettiği hizmetler hep tartışılmıştır.Kimilerine göre; Diyanet, devletin, dini kontrol altında tutmak ve gerçek İslami canlanışın önünü kesmek için oluşturduğu bir teşkilattır. Bu teşkilatın görevlileri, devletten maaş alan birer memur oldukları için, bunların insanlara gerçek İslamı anlatmaları sözkonusu olamaz. Bu yüzden, Diyanet, teşkilat olarak devletten koparılıp, Türkiye’deki İslami cemaatlere bırakılmalıdır.
Yazar da bu görüşlerin ilk kısmına katılmaktadır:
“...Diyanet İşleri Başkanlığı kurulurken Türkiye’de yaşayan müslümanların dini ihtiyaçlarını, problemlerini halleden, İslam dinini yayan, İslam kültürü besleyen bir müessese olarak mı düşünüldü, yoksa, gittikçe dini muhtevadan, İslami kimlikten uzaklaşan devletin dinle ilgili problemlerini azaltmak, din’i devletin hizmetine vermek için yukarıdan gelen emirleri uygulayan, fetvalar çıkaran, siyasi merkezin icraatlarını dini açıdan meşrulaştıran, müslümanların taleplerini zayıflatan bir daire olarak mı tasarlandı?
Diyanet hakkında gelişigüzel malumatı olanların bile bu soruyu birinci şıktan yana cevaplayabileceklerini sanmıyorum. Çünkü Diyanet, müslümanların değil devletin işlerine bakmak üzere kurgulanmıştır...”
Yazar, buna rağmen, Türkiye’nin bugünkü şartlarında Diyanet’in cemaatlere bırakılmasının yanlış olacağını belirterek sebeplerini şöyle izah etmektedir:
“Türkiye’de herhangi bir kamu hizmetinin devredilebileceği ‘cemaat”lar yoktur. Çünkü, Türk hukuk literatüründe cemaat kavramı yalnız gayr-i müslim azınlıklar [Ermeni cemaati, Rum[Ortodoks] cemaati, Musevi cemaati vb.] için kullanılabilen bir kavramdır ve bu azınlıkların hakları Lozan Antlaşması’nın 37-45. maddeleriyle garanti altına alınmıştır.”
“...Bugün siyasi liderlerle rahatlıkla görüşebilen cemaat temsilcilerinin resimleri, daha dün diyebileceğimiz bir tarihte sıkıyönetimce aranan teröristler ve katil zanlılarının arasında sergileniyordu. Yarın, böyle manzaralarla karşılaşmayacağımızın garantisi kim ve hangi kuruluş olacak?”

Aleviler’in Diyanet’te Temsil Edilmesi:
Ayrıca, yazar, bazılarınca zaman zaman gündeme getirilen, Aleviler’in de Diyanette temsil edilmeleri gerektiği ile ilgili düşüncelerin yanlış olduğunu ve bunun bilgisizlikten ve Aleviliğin, İslamdan ayrı bir din gibi ele alınmasından kaynaklandığını belirtmekte ve şöyle demektedir:
“Diyanet’in bir ‘temsil’ kurumu olmadığını belirtmek lazım. Değişik mezhepler ve tarikatlar burada temsil edilmiyor.” “...Devletin Diyanet’e verdiği görev, ‘İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak kuralları ile ilgili işleri yürütmek, ibadet yerlerini yönetmek’tir ve burada mezheplerle, meşreplerle alakalı herhangi bir ayırım sözkonusu değildir. Görev ve hizmetin gerçekleşmesi aşamasında Diyanet’in daha çok Sünnilere hizmet verdiği, daha gerçekçi bir ifadeyle Sünniler’in bu hizmetlerden yararlandığı doğrudur; fakat bu, Diyanet’ten çok bazı Aleviler’in, ibadetlerini ve ibadet yerlerini farklı bir çerçevede algılamaları ile alakalıdır. Bu noktada Alevilik, ancak bir tarikat gibi düşünülebilir ve diğer bütün tarikatlar gibi Diyanet’in hizmet alanının dışında kalmaktadır. Cemevini ve cem ayinini caminin ve namazın karşısına koyup buna göre kıyaslamalar yapmak ancak mugalataların çoğalmasıyla neticelenebilir. Ama, bir Kadiri tekkesiyle Cem’evini, bir sema ayini ile cem törenini karşılaştırabilirsiniz.”

Vakıf Malları:
Yazarın, üzerinde durduğu ve dikkat çektiği başka bir konu da -neredeyse hiç kimse tarafından gündeme getirilmeyen- Osmanlı’dan bize intikal eden vakıflardır. Yazar vakıf mallarının nasıl talan edildiğini şöyle ifade etmektedir:
“...Devlet, doğrudan bazı hayır ve sosyal kurumlar için vakfedilmiş menkul ve gayr-i menkullerin bir kısmını gayr-i meşru yollarla, özellikle tek parti yıllarında satmıştır. Vakıf arazilerin, şu veya bu şekilde satılması, gecekondu alanı haline getirilmeleri bugün de devam etmektedir.”
“...Menkul ve gayr-i menkul vakıflar doğrudan devletin tasarrufu altında oldukları için ne doğru dürüst bakılmakta, yönetilmekte ne de hak hukuk ölçülerine göre gelir getirmeleri sağlanmaktadır. Bir kısmı harap olmuş, yıkılmış, bir bölümü işgal edilmiş, bir kısmı devlet tarafından şu veya bu kuruma bilmem kaç yıllığına göstermelik kira ve ücretlerle kiralanmış, geriye kalanı da değerinin çok altında bir aylıkla kiralanmıştır. Bunlardan bahseden yok, ne yazık ki bunları bilen de yok.”
“...Unutmayın ki, bu camilerin -istisnasız hepsinin- kendisine, personeline, çevre kurumlarına fazlasıyla yetecek vakıfları vardı, vardır. Fakat bunların çoğu, yukarıda anlatmaya çalıştığım şekilde ya, yok edildiği, satıldığı veya ‘devlet çiftliği’ hesabına kiralandığı, kira gelirlerinin sarfı için de bu dev abidelere öncelik tanınmadığı için sahipsiz durumdadır.”

Türkiye’de Din Eğitimi ve Öğretimi:
Türkiye’deki din eğitiminin mahiyeti de sürekli tartışılan konular arasında bulunmaktadır. Hatta, bu eğitimin tenkidi mahiyetinde “Bu Din Benim Dinim Değil!” adlı bir kitabın yazıldığı malum... Yazar da bu eğitimin yetersizliğine muhtelif vesilelerle temas etmektedir:
“...İlk ve orta tedrisattaki din dersleri tamamen laik din dersleri olduğu gibi, İmam-Hatip liseleri ve İlahiyat Fakülteleri de ‘laik’ okullar ve fakültelerdir.”
“...Bu okulların ihdas ve tesisleri dini gerekçe ve zaruretlere değil, siyasi yönelişlere dayanmaktadır ve bu siyaset ‘laik bir siyaset’ olması yüzünden dini zayıflatmayı, kuşatmayı, dejenere etmeyi hedeflemektedir. Ders ve okullar din için, dine ait olarak değil, siyaset için, laik siyasetler için düzenlenmiş ve öngörülmüştür. İkincisi; bu derslerin mantığı, muhtevası ve hedefleri –tamamen denebilecek ölçüde- laiktir; gerek kişiler ve kurumlar, gerekse temel argümanları itibariyle ‘dini otorite’den hiçbir iz taşımamaktadır.”
Buna rağmen yazar, yine de –bazılarınca savunulan- “din derslerinin mecburi olmaktan çıkarılması, seçmeli hale getirilmesi” gibi hususlara karşı çıkmaktadır:
“...Bu derslerin, bu okulların türkiye’nin mevcut şartlarında gerekliliği, önemi ve bunların savunulması ile bunların ‘dini’ olup olmadıkları meselesini birbirinden ayırmak gerekir.”
“[...] Böyle bir ortamda ‘din dersleri mecburi olmaktan çıkarılsın, seçmeli hale getirilsin, cemaatlere devredilsin’ gibi görüşler ileri sürmek, Türkiye’nin gerçeklerini bilmemezlikten kaynaklanıyorsa belki mazur görülebilir! Bilgisizlik sözkonusu değilse bu görüş, ‘çocuklarımız din kültürü almasa da olur’ demekten başka bir anlama gelmez.”
“Cumhuriyet idaresi, dini renk taşıyan bütün kurumları [medrese, tekke, vakıf] ortadan kaldırdı, camileri ve din işlerini kendine bağladı, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile de bir nevi din eğitimini taahhüt etti. Bugün, Diyanet’in, din işlerinin, din eğitiminin devredilebileceği bir ‘müslüman cemaat’ın olmadığı gerçeğinin farkında olmak lazım. Bu bir çözümsüzlük ve mevcut şartlara mahkum olmak şeklinde anlaşılabilir. Fakat menfiliklerin ve çarpık uygulamaların varlığı ve işleyişi, yeni yanlışlıklar ve çarpıklıklar için kimseyi haklı kılmaz.”

ÇEŞİTLİ KONULAR:
Kitapta, bugün de zaman zaman tartıştığımız bazı konularla ilgili önemli fikir ve tespitler de bulunmaktadır. Bunları başlıklar halinde yorumsuz olarak aktarıyorum:

Demokratik Sistemler:
“...Ne kadar güdümlü ve sınırlı olursa olsun demokratik sistemin, uygulandığı ülkenin tabii olarak sahip olduğu duygu, düşünce ve inançların filizlenmesine imkan hazırlayan bir karakteri vardır. Cumhuriyet devri Türkiye’sinde çok partili hayata geçildiği andan itibaren, İslamiyetin, kendisini şu veya bu ölçüde görülebilir ve hissedilebilir kılmasının sebeplerinden biri, demokratik sistemin bu karakterinden gelmiş olmalıdır.”
“[...] Nerede olursa olsun demokratik hareketler, o toplumun o toprağın sahip olduğu şeyleri öne çıkarır. Türkiye’de de bu, İslamdan başka bir şey olamaz. Yani, demokratikleşmenin önüne konulan engeller aynı zamanda İslamın önüne konulan engellerdir. Bu açıdan Türkiyede İslamın yükseliş göstermesi Türkiye’nin demokratikleşmesiyle birebir ilişkilidir.”

Müslüman Kadın ve Moda:
“[...] Müslüman kadın yerinden edildi. Artık yabancısı olduğu, çok kısa bir zaman öncesine kadar reddettiği alanlarda görünmeye ve rol üstlenmeye başlayacaktır.
Modaya uymak, ‘müslüman modalar’[!] üretmek, mütesettir defileler[!] düzenlemek tehlikeli noktalara doğru gidiyor, hem de müslüman hanımların daha fazla katılımına mazhar olarak. Bu tür faaliyet içinde olanları bekleyen en büyük tehlike, çok kısa bir müddet sonra özelliksiz ve yabancı kalabalığın renklerini ve kokularını bütünüyle içlerine çekmeleri, meşrulaştırmaları ve sürüden biri olmalarıdır. Yani, ahlakilik daha da zayıflayacak, giyim-kuşam giderek ihtiyaç ve süs olmaktan uzaklaşarak lükse dönüşecek, tüketim ahtapotu her tarafı kuşatacak, takva/mahviyet/tevazu gerileyecek...daha dünyevi/din-dışı bir ortam hükmünü yürütecek.Bizler de cismen örtülü, ruhen açık hanımlarla daha çok karşılaşacağız.
Unutmamalı ki, yürürlükteki modalardan birine uymakla ‘müslüman’ modalar peşinde koşmak arasında ‘mahiyet’ değil ‘derece’ farkı olabilir. Bu da bazılarını aldatabilir, aldatıyor.”

Ümit veya Ümitsizlik:
“Türkiyenin ve bu topraklar üzerinde yaşayan insanların maddeten ve manen büyük tehlikelerle karşı karşıya olduğu vakıasının üstü örtülü olduğu için veya çeşitli maskeleme ve boyama teşebbüsleriyle olduğundan farklı gösterilmesi dolayısıyla doğru ve gerçekçi bir müşahede imkanından ve değerlendirme fırsatından yoksunuz. Bu yoksunluk, tehlike ile mütenasip olmayan, doğruluk ve gerçeklikten uzak ümitleri besliyor ve /veya aldanışa dönüşüveriyor. Sokaktaki vatandaşın yüz hatlarında büyük tehlikeyi ve büyük ümitleri de okuyamıyorsunuz.
Kendine mahsus dünya tasavvuruna, bakış açısına, anlama ve yorumlama tekniklerine sahip büyük bir devletin varisi oluşumuzun da böyle bir tablonun ortaya çıkışında katkısı vardır, diye düşünüyorum. Bu tarz bir halet-i ruhiye tehlikeyi küçümsemeyi/yok saymayı davet ederken ümidin hangi ölçüde, nasıl ve nerelere doğru akması gerektiği meselesini de zayıflatıyor, belirsiz kılıyor.
Artık olmayan şartların var sanılmasının getirdiği bir zaaf bu.”

İslam ve Değişim:
“Bugün özelde Türkiyede, genelde bütün İslam dünyasında müslüman okumuş yazmışların sahip oldukları ve taşıdıkları dini kimlik ve İslami algılama düzeyi, kadim İslam anlayışından çok, son iki asrın değişmeleriyle şekillenen düşünce ve siyasi davranış kalıplarının etkisi altındadır.
İslam dünyasının son iki asırdır geçirdiği değişmeleri nasıl bir ortam ve halet-i ruhiye içinde göğüslediği de çok önemlidir.Çünkü, bir halden başka bir hale geçiş sürecini, insanın ve toplumun, kendine güvendiği, sıhhatlı olduğu, sesinin gürce çıktığı şartlarda karşılaşması ile maddeten ve manen ezik, güvensiz, yenik, sesi kısılmış bir vaziyette karşılaşması arasında her bakımdan çok önemli farklılıklar vardır.”
“[...] Düşünce ve siyaset planında çağdaş İslam düşüncesi, İslam modernizmi, İslamcılık gibi değişik adlandırmalarla önümüze gelen son iki asrın, değişmeden çokça etkilenen mirasını çok ciddi bir şekilde tenkide tabu tutmadan, buna niyetlenmeden yeni değişme rüzgarlarına müsbet bakmak, bu rüzgarlara kapılmak bana tehlikeli gözüküyor.”
“...Bir programa, size zorla kabul ettirildiğini ve sizin aleyhinizde olduğunu bilerek, bunun şuurunda olarak katılmakla, ‘zaten bizim istediğimiz de bu idi, ne kadar güzel bir program, hemen buna kaydolalım, neticelerinden de yararlanalım’ diyerek katılmak arasında hayati denecek ölçüde farklılıklar yok mu?”
RÖPORTAJLAR:
“Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye” kitabının 4. ve son bölümü, yazarla çeşitli vesilelerle yapılan röportajlardan oluşmaktadır. Kitabın bence en önemli ve tartışılmaya değer konuların olduğu bölüm de burasıdır. Buradaki bir çok görüşe katılmadığım ve doğrusu İsmail KARA gibi müktesebatı olan bir insandan bu görüşleri beklemediğim için, üzerinde ayrıntılı olarak duracağım.

“İslam Devleti” Etrafındaki Tartışmalar:
İsmail Kara’nın bu konudaki görüşlerini şöyle özetlemek mümkün:
1- İslam devleti kavramı ve teorisi, Osmanlı Hilafeti’ne karşı düşüncelerden ve çıkışlardan neş’et etmiş ve beslenmiştir ve 1920’lerde Mısır’da ortaya atılmıştır.
2- Bu proje, parlak, fakat ne olduğu tam belli değil; kuşatıcı bir proje gibi gözüküyor, fakat uygulanabilirlik kabiliyeti hayli belirsiz.
3- Hz. Peygamber ve 4 halife devri, bugün anladığımız manada bir devlet sistemi ortaya çıkarmaz.
Sayın Kara’nın görüşleriyle ilgili genel anlamda söyleyebileceğim şu: Kendisinin en önemli eseri olan “İslamcıların Siyasi Görüşleri” kitabındaki kaynaklar gözden geçirildiğinde de açıkça görüleceği üzere, yazar, bu mesele üzerinde yeteri kadar kafa yormamış, araştırmamış ve bu konudaki tartışmalara göz atmamış, ortaya konan eserleri ve fikirleri tetkik etmemiştir. Başka türlü bu kadar sathi, gerçeğe aykırı ve pek de anlamı olmayan -aynı zamanda da neyi kastettiği net olarak anlaşılmayan- görüşler ileri sürmesi mümkün olmazdı. Kanaatimce, fikirlerindeki maluliyet sebeplerinden en önemlisi de yazarın -kayıtsız-şartsız- toplumların milli geleneğine atfettiği önemdir.
Her şeyden önce buradaki esas problem İslam dininin mahiyeti, yani muhtevası hakkında vereceğimiz karar ve bunun algılanmasıyla ilgilidir. Daha açık bir ifadeyle İslam, Allah’la kul arasında bir ahlak ve fazilet dini midir, yoksa, İnanç esasları, Toplumsal düzen ve Ahlaki ilkelerden oluşan bir bütün müdür? Daha da anlaşılır tarzda soralım: Devlet olmadan, din’in öngördüğü sosyal düzen hakim kılınabilir mi? Bu soruya doğru cevap vermeden İslam devleti ile ilgili tartışmaların doğru bir zemine oturtulması mümkün olamaz.
İkinci olarak; M.el-Behiy’in de isabetle belirttiği gibi, İslamın devleti içermediği iddiası, Batılı oryantalistlerden müslümanlara geçen ve onları etkisi altına alan bir iddiadır. Bu durumu Hayrettin karaman da şöyle ifade etmektedir:
“...Başlangıçtan yirminci asra kadar İslamın devletle ilgisi, başka bir ifadeyle, ‘devletin, İslamın bütünü içinde yer aldığı’ inancı ve görüşü tartışma dışı tutulmuş; yalnızca bu ilişkinin şekil ve şümulu tartışılmıştır. Asrımızın başlarından itibaren İslam dünyasında Batı’nın etkisi güçlendikçe tartışma konularının içine ‘İslamın devletle ilgisi’ de girmiştir.” (Mukayeseli İslam Hukuku, C.1, Nesil yay.)
Yani yazarın söylediklerinin tam tersi doğrudur: Yirminci asra gelinceye kadar, kimse İslamın devleti içerdiğini tartışma konusu yapmamıştır.
Yazarın, sözkonusu ettiği Reşit Rıza’nın düşünceleri ise çok daha farklı bir manadadır. Yazarın da -başka bir vesileyle- işaret ettiği gibi Reşit Rıza’nın söylediği -mealen- şuydu: Osmanlı devleti artık çöküyor. Bunun yerine, herkesin yine İslami kaynaklara sadık kalarak kendi coğrafyasında bir İslam devleti kurmaya çabalaması lazım. Bundan daha doğru ve ma’kul düşünce var mı?
İslam devleti kavramının, hilafetin alternatifi olduğu doğrudur; ama, “ümmetçiliğin alternatifi olduğu” kesinlikle doğru değildir. Olsa olsa, İslam devleti, İslam ümmetinin, fiilen bir araya gelmesi mümkün olmayan, ayrı ayrı coğrafyalarda yaşayan tüm fertlerinin ve milletlerinin, zorunlu olarak tek devlet, tek halife çatısı altında birleşmesini öngören -bayraktarlığını Maverdi’nin yaptığı- ütopik görüşlerin alternatifidir. Reşit Rıza, gayet haklı olarak, mevcut yapının artık devam edemeyeceğini ve İslam ümmetini oluşturan her milletin kendi bölgelerinde bir İslam devleti kurmalarının gerekliliğini vurgulamıştı. Elbette ki, bunlar birer milli devlet olacaktır, ama İslam ümmeti şuuru içinde... Bütün dünyadaki müslümanların tek devlet çatısı altında birleşmesini her mü’min arzu eder, ama bir de realite var...
“Hz. Peygamber ve 4 Halife devri, bugünkü manada bir devlet sistemi ortaya çıkarmaz” düşüncesi de açıklanmaya muhtaçtır... Zira, tartıştığımız konu, Hz. Peygamber ve 4 Halife devrindeki devlet sistemi ile bugünkünün benzerliği veya aykırılığı değildir. Tartıştığımız konu, Hz. Peygamber ve 4 halife, o günkü şartlarda bir İslam devleti kurup, İslamın sosyal düzenini hayata geçirdiler mi, geçirmediler mi?Onlar -çeşitli sebeplerle- bunu yapamadılarsa bile, “devletsiz İslam” olur mu, olmaz mı?
Devam edelim...Onun hükümlerini yürürlüğe koyan siyasal bir devlet ayakta durmadan İslamın gerçek anlamda var olması sözkonusu olabilir mi, olamaz mı? Tamamen İslami bir yönetim kurulmadan ve İslam, bu devletin bütün icraatlarında ‘tek dayanak’ olarak benimsenmeden, İslama samimiyetle bağlı bir “İslam toplumu” oluşturmak mümkün mü, değil mi? Kur’an ve Sünnette yer alan her emrin uygulanabilmesi ve İslamın, Allahın belirlediği ve Resulünün açıkladığı biçimiyle kalabilmesi ve çizgisinden saptırılmaması için İslami bir yönetimin ve İslami bir devletin kurulması zorunlu mudur, değil mi?
Soruları daha da çoğaltabiliriz! Biz bunu tartışıyoruz... Hiç kimse, Hz. Peygamber ve 4 Halife devrindeki devlet bugünkü manada ve bugünkü kurumlara sahip bir devlet idi, demiyor ki! Bırakın Hz. Peygamber ve halifeler zamanındaki devleti, bundan bir asır önceki devletlerle bugünkü devlet sistemi arasında bile bir çok bakımdan farklılıklar vardır; ama, Hz. Peygamberin Medine’ne bir İslam devleti kurup, İslamın bütün hükümlerini kayıtsız-şartsız uyguladığı tartışma dışıdır. Hatta, İslam alimleri, bu devletin temellerinin “Akabe Biatları”nda atıldığında ittifak halindedir. Araştırmacılar, “Resulullah devrinde yeni bir dünya düzeninin temellerinin atıldığını, Hulefa-i Raşidin döneminde ise bunun kurumsallaştırıldığını” belirtmektedirler.
“İslam devleti” kavramının 1920’lerde Reşit Rıza tarafından ortaya atıldığı, Sayın İsmail Kara gibi bazı ilim ehli insanların yanında, konuyla hiç ilgisi olmayanlarca da tekrarlanmakta ve farklı amaçlarla kullanılmaktadır. Bunu gündeme getirenlerden bazıları, sanki, aslında böyle bir şey yokmuş da, bunu Reşit Rıza ortaya atmıştır gibi bir üslup kullanıyorlar.Halbuki, bu konuda yapılan ciddi araştırmalar, “bu tabirin yeni değil, tarihi olduğunu ve klasik kaynaklarda yer aldığını” ve -mesela- “İbn-i Haldun’un, Hz. Peygamberin devletini ifade etmek üzere “ed-Devlet’ül-İslamiyye” [İslami devlet ya da İslam devleti] tabirini kullandığını” ortaya koymuştur.
“İslam hukukçuları, devlet kavramını ifade etmek için bir tek terim yerine, onun çeşitli unsur ve yönlerini gösteren birden fazla terim kullanmışlardır. Buna göre, hilafet, İmamet, dar’ül-İslam ve ümmet-ü ehl-ü dar’ül-İslam kelime ve terkipleri en çok kullanılan terimlerdir. Yine bu araştırmalarla ortaya konduğu gibi, Kur’anın, devlet kelimesini kullanmaması ve herhangi bir devlet tanımı ya da teorisi vermemesi, Kur’anın kendine has üslubundan kaynaklanmaktadır.”
Bu konuda ciddi bir araştırması olan Dr. Talip türcan’ın ifadesiyle:
“Kur’anın bahse konu özelliği, devlet kavramının özünü teşkil eden iktidar olgusuyla ilgilenmediği anlamına gelmemektedir. Esasen birey ve toplum hayatının tüm normatif alanlarını kendi ilke, prensip ve değerleriyle kuşatma iddiası, Kuranın en temel ve evrensel vasfıdır. Bu itibarla, Kur’anın yönetim ve iktidar olgusuyla ilgilenmesi bu tavrın doğal ve zaruri bir gereğidir. Nitekim Kur’an, zikredilen doğrultuda, yani insan toplumlarının sosyal ve siyasi ihtiyaçları doğrultusunda düzenleyici bir kısım genel prensipler öngörmüştür. Bunlardan hareketle Kur’anın devlet telakkisini ortaya koymak ve yönetimli ilgili genel yaklaşımını tespit etmek mümkündür.” (Devletin Yetkileri, Ankara Okulu yay.)
Hz. Peygamberin Medine’de kurduğu yapının devlet olarak kabul edilip edilemeyeceği meselesine gelince, Bilindiği gibi, devletten bahsedebilmek için “Ülke, İnsan ve Hakimiyet” gibi üç önemli unsurun bulunması gerekmektedir ki, Hz. Peygamber ve 4 halife dönemlerinde bunların varlığını tartışmak bile abes... Ama, yazarın kastettiği, Hz. Peygamber ve halifeler devrindeki devletle, bugünkü modern/seküler devletlerin farklılığıysa, hiç kimsenin buna bir itirazı olamaz. Zaten, İslamda Batılı anlamda ve bugünkü manada bir devlet yoktur, hiçbir zaman olmadı, olamaz ve olmayacaktır.
Daha da müşahhas hale getirelim: Bir İslami devlette, bugünkü modern devletlerde olan, Seçim, Danışma, Muhalefet, Toplumun Yöneticileri Denetlemesi, [kendine özgü] Parlamento... gibi bütün siyasi kurum ve kurallar bulunacak; insan hak ve hürriyetleri ileri derecede teminat altına alınacak; sosyal adalet sağlanacak; ama bu devlet yine de Batılı anlamda “demokrasi” olmayacaktır. Yani referans olarak temelde “insan aklı”nı değil “vahy”i esas alacaktır.
Yine bu devlette, ileri derecede inanç hürriyeti bulunacak, ama yine Batılı anlamda “laik” bir devlet olmayacak... Zaten İslam ümmetine mensup aydınların bugünkü en büyük problemi, İslami ilke ve değerleri günümüzde doğru bir şekilde yorumlayıp böyle bir devlet şekli ortaya koyabilmektir!
...İslami bir devlette, bugünkü modern devletlerden farklı olarak, bir çok toplumsal emir ve yasağın, hukuki müeyyidesinden başka bir de uhrevi [öbür dünyaya ait] müeyyidesi vardır. Keza, İslam devletinde, diğer hukuk sistemlerinde olduğu gibi, sırf ahlaki olan veya sırf hukuki olan bir hüküm bulmak mümkün değildir. Bunlar arasında kopmaz bir bağ, bir ilişki vardır. Dolayısıyla, İslamda, bugünkü seküler manada bir devletin olmayışı, İslam devleti kavramının 1920’lerde Mısır’da, ortaya atıldığı anlamına gelmez ve bunu bu şekilde ifade etmek yanlış olur.
Ayrıca yazarın, Türkiyenin tevarüs ettiği şartlarla örtüşmediği ya da Türkiye’ye Müslüman Kardeşler ve Cemaat-i İslami’ye mensup yazarların kitaplarının tercümeleri sayesinde geldiği için İslam devleti kavramını –sanki- olumsuz bir şeymiş gibi takdim etmesini ve bu doğrultuda yorumlar yapmasını anlamak da mümkün değildir. Önemli olan -eğer müspet bir şey ise- insanların devlet şuuruna sahip olmaları mı, yoksa bu şuura kimin eserleri sayesinde sahip olup olmadıkları mı? Kaldı ki, yazar, en önemli eseri olan “İslamcıların Siyasi Görüşleri” isimli doktora tezinde, bu konuda İslamcıların kayda değer bir şey ortaya koyamadıklarını ifade etmektedir.
Yazarın, İslam devleti kavramına en başından yanlış yaklaşması, bununla ilgili teori ve modeller konusunda da kendisinden hiç beklenmeyen görüşlere sahip olması sonucunu doğurmuştur.Mesela; kendisiyle yapılan bir röportajda, “İslamın öngördüğü net ve somut bir devlet modeli var mı yoksa, Kur’an ve Sünnetten yola çıkarak farklı devlet modelleri üretilebilir mi? Bu durumda, eğer olabilirse, demokrasi, Cumhuriyet, vs. İslamdan yola çıkarak yeniden üretilebilir mi?” şeklindeki bir soruyu şöyle cevaplandırmıştır:
“[...] Genel olarak söylenen şudur: Kur’an ve Sünnet katı kalıplar içerisinde bir devlet modeli getirmiş değildir. Prensipler koymuştur.Adalet, Meşveret, Şeriata Uygunluk prensibi vs. Eğer bir rejim bu prensiplere uyarsa bu, dini açıdan meşru olabilir. En yaygın anlayış da bu. Bunu öne çıkardığınız zaman, bu çerçevenin içine girmeyecek olan herhangi bir devlet sistemi kalmaz. Bunun içerisine demokratik rejim de, Cumhuriyet de, parlamenter sistem de, otoriter bir sistem de girer.”
Doğrusu, İslam devlet teorisi etrafında ortaya konan düşünceler hiç de bu kadar sathi değildir. Yazarın, meseleye ne kadar üstünkörü baktığı yukarıdaki ifadelerden de apaçık anlaşılıyor.
Kitap ve Sünnetin katı kalıplar içerisinde bir devlet modeli, daha doğrusu devlet şekli getirmediği, Adalet, Şura, Seçim, Eşitlik, gibi ilkeler koyduğu doğrudur. Bir rejiminin bu ilkelere uygunluğu çerçevesinde meşruluğunun tartışılabileceği de doğrudur. Ama yanlış olan, yazarın, “bu prensipler öne çıkarıldığında, bu çerçevenin içine girmeyecek olan herhangi bir devlet sisteminin kalmayacağı”nı söylemesidir. Zira, -mesela- buradaki “Adalet”ten maksat, herkesin keyfine göre tayin edeceği bir adalet anlayışı değildir. Kitap ve Sünnetle çerçevesi ve genel hatları çizilen adalettir. Bu çerçeve aykırı olan hiçbir hüküm adalet prensibi içerisinde yer almaz. Bunu, diğer bütün prensip ve ilkeler için söyleyebiliriz. Dolayısıyla, İslam dışı sistemlerde bulunan ve onların kendi sistemleri içinde “adalet” olarak tavsif ettikleri her kurum, kural, model, teori, Kitap ve Sünnet tarafından adalet olarak kabul edilemez. Başka bir ifadeyle, Kitap ve Sünnete aykırı bir adalet anlayışı olamaz.
İslam siyaset teorisinin yeterince işlenmediği ve bu konuda, her çağda işleyebilir mekanizmaya sahip düşüncelerin ortaya konamadığı bir gerçektir. Dahası; günümüz İslam dünyası aydınlarının da bu konuda bir keşmekeş ve çözümsüzlük içinde olduğu da söylenebilir. Ama, bunların hiç biri, bizim 14 asırlık bir siyasi geçmişi gözardı etmemizi mazur göstermez.
Kanaatimce, daha önce de, muhtelif vesilelerle ifade ettiğim gibi, bu konuda günümüz İslam dünyasında yaşanan problem ve kafa karışıklığının temel sebebi İslam tarihi boyunca da, “değişim”in sahası, sınırları ve ilkelerinin doğru olarak tespit edilememesi, İslam tarihi boyunca “tarihi ve toplumsal kültürel şartların mahsulü olan” şeylerle “dini” olanların birbirine karıştırılması, ve İslam tarihindeki bazı kurumların, modellerin “mutlaklaştırılması” ve “şeklen” esas alınmasıdır.
Daha da anlaşılır hale getirelim: Kitap ve Sünnette bazı hükümler konurken, bu hükümlerin muhatabı olan ilk toplumun sosyal, ekonomik, kültürel durumu veri alınmıştır. Mesela; o günkü toplumda yaygın olarak kölelik kurumu vardı. İslam, köleliği tedricen kaldırmak ve o an için de olabilecek en insani konumuna getirmek için bazı hükümler koymuştur. Bu hükümler, köleliğin olmadığı toplumlarda elbette ki uygulama alanı bulamaz ve bunda bir tuhaflık da yok. Keza, Cizye, Haraç, Fey vb. hükümlerle, müslümanların diğer topluluklarla olan ilişkilerini tespit ediyordu –ki bu hükümlerde,yine o günkü toplumda, uluslar arası ilişkilerdeki uygulamalar veri alınmıştır-. Veya, o günkü insanların yaptıkları bir alış veriş tarzından toplumun bir kesimi zarar gördüğü için, bu tarz yasaklanmıştır. Ama, aynı tarz alış veriş başka toplumlarda kimseye zarar vermiyorsa, yasaklanmadaki gerekçe ortadan kalkar ve alış veriş meşru olur [Mesela, “Kabz’dan Önce Satış” gibi]. Yine, İslam tarihi boyunca, yönetimde bulunan insanlar veya topluma öncülük etme konumunda bulunan aydınlar, o günkü toplumun ihtiyacını karşılamak ve problemlerini çözmek için bazı kurumlar oluşturmuşlar, modeller ortaya koymuşlar. Ancak, o gün mükemmel şekilde bir ihtiyaca cevap veren bu kurumlar/modeller [İkta’,Akile, Divan vb.], başka bir çağdaki insanların ihtiyaçlarına birebir cevap vermeyebilir....İşte biz, ne yazık ki, bu farkı anlayamadık. Hem Kitap ve Sünnetteki, bütün çağlar için geçerli olan evrensel ilkelerle, o günkü toplumun ihtiyaçlarını karşılayan veya müslümanların diğer insanlarla ilişkilerini düzenleyen hükümleri birbirinden ayıramadık. Hem de, İslam tarihinde görülen ve yine o günkü ihtiyaçları karşılayan kurum ve modelleri mutlaklaştırıp, bunların bütün çağlar için evrensel olduğu kanaatine sahip olduk.
Tekrar konumuza dönecek olursak, sonuç olarak şunu söylemek mümkün: Kur’an ve Sünnet, belli bir devlet şekli koymamıştır, ama müslümanların ortaya koyacağı bir devletin hangi ilkeleri ve değerleri esas alacağını hükme bağlamıştır. Dolayısıyla, önemli olan müslümanların, devletlerini kurarken oluşturdukları her kurumun, modelin, Kitap ve Sünnete uygun olması ya da bunlarla ilgili bir ayet ya da hadisin bulunması değil, bunların Kitap ve Sünnetin ruhuna ve temel esprisine, İslami dünya görüşüne aykırı olmamasıdır.

“İslamcılık” Tartışmaları:
Yazarın İslamcılık konusundaki düşünceleri de İslam devleti konusundaki düşüncelerine paralel olarak, bazen birbiriyle çelişen ve tam olarak neye tekabül ettiği belli olmayan düşüncelerdir. Daha doğrusu, İslamcılık hakkındaki düşüncelerin çoğu böyledir ve bu konudaki yorumların, fikirlerin, neyi savundukları, neye karşı çıktıkları, ana tezleri tam olarak belli değildir.Başkaları tarafından, Ansiklopedilerde, kitaplarda İslamcılığın temsilcisi olarak gösterilen şahısların bizzat kendileri, zaman zaman gazete köşelerinde, şurada burada İslamcılığın ve İslamcıların tutarsızlıkları, çelişkileri vs. hakkında görüş beyan etmektedirler…
Bazılarına göre, İslamcılık,19. yy. sonunda, bir gurup Osmanlı aydını tarafından, modern dünyanın meydan okumalarına karşı İslamiyetin ideolojiye dönüştürülmesidir. Bu görüşe göre ilk İslamcılar, Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa vs. başta olmak üzere o dönem Osmanlı aydınlarıdır.Bu konuda hazırlanmış bir doktora tezi de vardır.[bkz. Mümtaz’er Türköne, İslamcılığın Doğuşu, İletişim yay.] İslamcılık siyasi, sosyal, dolayısıyla da dünyevi bir projedir... İslamcılığı 2. Meşrutiyet’ten sonra başlatanlar da vardır.
Kanaatimce, bu konudaki düşüncelerin doğru bir zemine oturmamasının sebebi, bizim, başkaları tarafından yapılan -Geleneksel İslam, Siyasal İslam, Kültürel İslam, Halk İslamı vs.’de olduğu gibi- İslamcılık tanımlamasını -tahkik edip reddetmek yerine- tereddütsüz kabul edip yorumlarımızı bunun üzerine kurmamızdır. Dr. İsmail Kara’nın düşüncelerine de bu çerçevede bakmak mümkün...Kendisi bir yerde, İslamcılık; “İslam dünyasının moderleşmeyi ve Batılılaşmayı göğüsleme çabasıdır” derken bir başka yerde, “İslamcılık arızi, müslümanlıksa bu topraklardan kopartılamayacak asli bir şey” demektedir.
Şimdi, en sondan başlayacak olursak, İslamcılık arızi bir şeyse, İslamcılığı temsil edenler de arızi insanlardır. Devam edelim...
Peki kimdir bunlar!...Elmalılı, Bediüzzaman, Şeyhülislam M. Sabri, M. Akif, Sait Halim Paşa, İzmirli, Eşref Edip, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Hayrettin Karaman...vs.
Ne demek şimdi bu!...Peki, arızi olmayanlar kim? Başka bir ifadeyle, bunlar “İslamcı”, peki bu topraklardan kopartılamayacak olan asli müslümanlığı temsil edenler kim?
...Yanlıştır bu... Her şeyden önce, Geleneksel İslam, Siyasal İslam, Kültürel İslam, İslamcılık...gibi tanımlamalar yanlış... Geleneksel diye adlandırılan İslam yorumunu “mutlak”laştırıp, bunun dışındaki yorumlara olumsuz bakmak yanlış... Gelenekte mevcut olan her şeyin doğru olduğunu ve daha sonraki problemlerin çözümü, hedeflerin belirlenmesi ve inşasında her hal-u kârda buna müracaat edilmesi gerektiğini savunmak yanlıştır... Geleneksel ulemanın kitaplarında bazen öyle akıl almaz düşüncelere, yorumlara, tekellüflere rastlanır ki, İslamcılarınki, onların yanında çok masumane kalır.
Çağımızdaki alimlerin, İslamın ilk asırlarındaki bazı alimlerden farklı olan kimi yorumlarını, bazı kavramlara yükledikleri farklı manaları bir “sapma” olarak değerlendirmek yanlıştır... İslamcı denen insanlar -bizzat onları tenkit edenlerce de belirtildiği gibi- İslam dünyasının ölüm kalım mücadelesi verdiği, bütün müslüman coğrafyanın şer güçler tarafından istila edildiği, yoğun askeri mağlubiyetlerin yaşandığı, ümmetin, teknolojik açıdan Batının gerisinde kalması sebebiyle bir çok insanın imanının sarsıldığı, İslama bir çok saldırının yapıldığı, tenkitlerin yöneltildiği bir ortamda, bütün bunlara karşı durmaya çalışmışlardır. Bunda ne kadar başarılı oldukları ve ortaya koydukları şeylerin ne kadar kayda değer şeyler oldukları, hataları ve sevaplarıyla birlikte ayrıca tartışılabilir. Ayrıca, İslam ümmetinin o gün içinde bulunduğu durumdan nasıl kurtulacağı konusunda fikir üretmek, belli metodu, ilkeleri, disiplinleri olan bir kitap, mesela bir Sarf-Nahiv kitabı yazmaya da benzemez! Onların mücadelesini ve verdiği hizmetleri de bugünün kalıp ve kavramları, imkanlarıyla değil, o günkü şartları ve imkanları gözönüne alarak değerlendirmek lazım. Bu hareket tarzı, sadece İslamcılar için değil, İslam tarihinde gelip geçen bütün İslam alimleri için aynen geçerlidir. Yani, her alim, içinde yaşayıp doğduğu toplumun, siyasi, kültürel, ekonomik problemlerini çıkış noktası yaparak ve o an içinde müslümanların içinde bulunduğu durumu göz önüne alarak bir şeyler yapmaya, fikirler ortaya atmaya çalışmıştır. Hatta, onlardan bazıları, fikirlerini –büyük bir hata olarak- “mutlak”laştırmaya da meyletmiştir. Buna rağmen, onların bazı fikirleri, teorileri, nasıl günümüz şartlarıyla tam örtüşmüyorsa, aynı şey İslamcılar için de geçerlidir; ama bu, onların yaptıklarını küçümsememizi hiçbir zaman ma’zur göstermez.
Ayrıca, bu mücadeleyi sadece Türkiye’de verilmiş gibi göstermek de büyük bir hatadır...Aynı mücadele, aynı zaman diliminde, -ama belki farklı bir tarzda- İslam coğrafyasının diğer bölgelerinde devam etmiştir...Örnek olarak, Bediüzzaman’ı, Akif’i, M. Sabri’yi vs. görüp, Şah Veliyyullah, Hasan el-Benna, Seyyid Kutup, Mevdudi’yi...göz ardı etmenin tutarlı bir izahı olamaz. Hepsi aynı daire içinde bulunuyorlar çünkü...Allah, farklı farklı dinler göndermemiş!... Allahın Hz. Muhammed’e gönderdiği din bir tek’tir; ama, Allahın dininin, daha doğru bir ifadeyle, Kitap ve Sünnetle gelen mesajın, her asırdaki insanlar tarafından O’nun rızasına uygun bir şekilde doğru olarak anlaşılıp anlaşılamadığı tartışılabilir.
Yine, günümüzde Siyasal İslam düşüncesinden yola çıkan hareketlerin başarısız olması, İslam’daki din-devlet ayrılmazlığı gerçeğini ortadan kaldırmaz ve onları İslam düşmanlarının üslubuna benzer bir üslupla eleştirmemizi gerektirmez… Siyasal İslamcılar başarısız oldular da, Geleneksel İslamcılar, Kültürel İslamcılar veya Mutasavvıflar hatta Modernistler başarılı mı oldular? Sorunun nerden kaynaklandığını çeşitli vesilelerle izah etmeye çalışıyorum…
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Kur’an ve Sünnette bulunan ilkelerin/değerlerin hangilerinin bütün çağlar için evrensel, hangilerinin o günkü toplumsal/kültürel ihtiyaçlara biaen geldiği tartışılabilir. İslam tarihinde değişim vakıasının, sahası, sınırları ve ilkelerinin doğru olarak ortaya konup konamadığı tartışılabilir. Vesaire... Ve maalesef, İslam ümmeti, bu konularda başarılı olamamıştır...
Ne yazık ki, İslamcılara tenkit yöneltenler, genellikle İslam devleti fikrine karşı çıkan, İslamın bir toplumsal düzene sahip olduğunu kabul etmek istemeyen insanlardır. Nitekim, “Siyasal İslamın, İslamdan bir sapma olduğu” (Mehmet Metiner-Ali Bulaç) gibi iddialar ortaya atılmaktadır. Gerekçeleri de, Siyasal İslamı savunan insanların düşüncelerinin geleneğe dayanmamasıdır. Yani, bir düşüncenin doğru ve İslami kabul edilebilmesi için, mutlaka, Emeviler, Abbasiler, Osmanlılar döneminde yapılan yorumlara dayanması mı lazım? Savunulan devlet şekli ve kurumların, mutlaka İslam tarihinde görülen kurumlara, kuramlara uyması mı lazım? Maverdi’nin kitaplarını mı esas alması lazım, anlamak mümkün değil!
Gerçek şu ki; İslam dünyası, bugün karşı karşıya bulunduğu siyasi, ekonomik, kültürel problemleri çözmeye çalışırken, bazı konularda mutlaka ve mutlaka geleneğe müracaat ederek ve gelenek içinde kalarak hareket etmelidir; hatta “geleneği atlayarak o probleme bir çözüm bulması mümkün değildir” denebilir. Bazı konularda, geleneğe ait bazı şeyleri alıp bazılarını göz ardı etmesi gerekir. Bazı konularda, geleneğe -deyim yerindeyse eğer- yeni bir elbise biçip, yeni bir şekil vermesi gerekir. Veyahut, gelenekteki bazı kavramlara yeni anlamlar yüklemesi gerekir. Bazı konularda da, geleneğe ait her türlü kayıttan kendini bağımsız hissetmesi ve buna göre hareket etmesi gerekir. Yani, geleneği toptan kabul etmek de yanlıştır, toptan reddetmek ve göz ardı etmek de...
Tekrar belirteyim ki, bütün çağlardaki müslümanların -başından beri- esas problemi, İslam dininin ilke ve esaslarını/değerlerini, kendi çağlarında doğru bir şekilde yorumlayıp, onlardan, o andaki problemlerini çözecek kurumlar, kuramlar ortaya koyamamalarıdır. Değişimin sahası, sınırları ve ilkelerini doğru olarak tespit edememeleridir.

SONUÇ:
“Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye” önemli ve tartışılmaya değer bir kitap...Ancak yazarının, İslam devleti, İslamcılık gibi konularda, tartıştığımız tarzda düşüncelere sahip olması, Türkiye için ümit vaadetmiyor. Yazarın, -bana göre- fikirlerinin en büyük eksiği ise, sadece bir takım tespitlerden, tenkitlerden ibaret olması ve -neredeyse- hiç bir çözüm ihtiva etmemesidir. Belki burada şu tartışılabilir: Böyle kitaplar mutlaka bir çözüm ortaya koymalı mıdırlar? Benim bu soruya cevabım, “kesinlikle evet!” olduğu için, ben bunu büyük bir eksiklik olarak görüyorum.
Kanaatimce, yazarın fikirlerindeki maluliyetin ve zaafların en büyük sebebi ise, [bazılarının İstanbul’u dünyanın merkezi olarak kabul etmesi gibi] Türkiye’yi dünyanın merkezi kabul edip –ki İslam dünyasından da kendi ülkeleri için aynı affedilmez hataya düşenler vardır-, geleneğe -kayıtsız-şartsız- çok büyük bir önem atfetmesi, yeni düşünceleri, İslami ilke ve değerler açısından test etmek yerine, bunların tarihi tecrübe ve Türkiye’nin geçmişiyle irtibatlarını esas almasıdır.
Yazarın, Türkiyedeki bütün olup bitenlere ve devletin redd-i miras üzerine kurulduğu sokaktaki çocuğa bile malum olmasına rağmen, devletle halk arasında bir zıtlık ve çatışmanın olmadığına inanması, toplumda İslam dışında kuşatıcı “ortak payda” olmadığını iddia etmesi, toplumun bugünkü hali apaçık ortada iken, hala “ma’şeri vicdan”dan söz etmesi, aydınların Osmanlıca bilmeleri veya bilmemelerini, İslam devleti, İslamcılık veya diğer problemlerin tartışılması ve çözümünde temel bir ölçü kabul etmesi, anlaşılır bir tutum değildir ve tartışılması gereken konular arasındadır.

Hiç yorum yok: