24 Nisan 2007 Salı

FIKHİ HADİSLERİ ANLAMA VE YORUMLAMA METODU

İlk önce Hindistan’da ortaya çıkan, temsilciliğini Kadıyanî tarikatının öncülerinden Seyyid Ahmet Han ve müritlerinin yaptığı grubu saymazsak, Sünnet ve Hadisi, toptan red eden bir düşünceye İslam tarihinde rastlanmaz. Ancak, kısmi hadis inkarcılığına ilk hicri asırlarda bile rastlandığı da tarihi bir gerçektir. Buna rağmen, muhakkik İslam alimlerinin büyük çoğunluğuna (“Cumhur”) göre, Hz. Peygamberinin Sünnetinin, İslamın ikinci temel ve bağlayıcı kaynağı oluşu tartışma dışıdır. Ancak, bu hüküm Hz. Peygamberin bütün sünneti için geçerli değildir. Özetle belirtmek gerekirse, bu hüküm, peygamberin din adına getirdikleri ve ona aidiyetinde şüphe bulunmayan sünneti içindir.
İslam tarihi boyunca, Sünnetin kaynak değeri oluşu kadar diğer önemli bir tartışma konusu ve problem de bu sünnetin nasıl anlaşılacağı ve yorumlanacağıdır. Bu sünnetin çok önemli bir bölümünü de fıkhî hadisler oluşturmaktadır. Fıkhî hadislerin, sünnetin en önemli ve üzerinde dikkatle durulması gereken kısmı oluşu şundandır: Çünkü, nihai tahlilde bu hadisler, bir şeyi emretmekte veya yasaklamakta ve toplumun yaşantısına doğrudan yön verecek ilkeler/esaslar getirmektedir.
...İşte, bu yazıda, fıkhî hadisler konusunda yapılmış ciddi bir çalışmayı tanıtmak istiyorum. Sözkonusu kitap, M.Emin Özafşar’ın “Hadisi Yeniden Düşünmek” –Fıkhî Hadisler Bağlamında Bir İnceleme- adlı doktora tezidir. (Ankara 1998, Ankara Okulu yay.; 327 sayfa)
Kitap dört bölümden meydana gelmektedir:

Birinci Bölüm: KAVRAMSAL ÇERÇEVE. Bu bölüm’de; birer kavram olarak Fıkıh ve Hadis’in sözluk ve ıstılahi anlamları üzerinde duran yazar, fıkıh-hadis ilişkisine de temas etmekte, fıkhî hadisler için kullanılan tabirlere işaret ettikten ve fıkhî hadisler için yapılan çeşitli tanımları aktardıktan sonra bunların, sadece fıkhın furu’u dikkate alınarak yapılmış tanımlar olduğunu, halbuki, fıkhın, “usûl, kaideler ve furû’dan meydana gelen bir disiplin” olduğunu, bu yüzden yapılan tanımların yetersiz olduğunu belirterek kendisi şöyle bir tanım teklif etmektedir:

“İnsanların, Allah, hemcinsleri ve tabiatla olan ilişkilerini düzenleyen; hak ve mükellefiyetlerinin konu edildiği, ibadet, muamelat ve ukûbata dair hükümlerle, fıkhın usûl ve kaidelerini içeren rivayetlerdir.”

İkinci Bölüm: FIKHİ HADİSLER BAĞLAMINDA HADİS-SÜNNET İLİŞKİSİ (HİCRİ İKİNCİ ASIR).
Bu bölümde, çeşitli rivâyetler üzerinden hicri ikinci asırda hadis kelimesinin kullanımı üzerinde duran yazar, örnek rivayetlerden çıkan sonucu şöyle özetlemektedir:

“İlk devir literatüründe,adına ister ‘hadis’, ister ‘eser’, isterse ‘rivâyet’ denilsin, fakihlerin nazarında, Peygamber, sahabe ya da sonraki nesilden nakledilen rivâyet veya rivâyetler vardır. Bu bağlamda kullanılan isimler, onların hukuki yaptırımlarına dair bir sonucu zorunlu kılmaz. Yani bu isimler fıkhî anlamda normatif bir kıymeti haiz değildirler. Bilakis, mutlak manada herhangi bir haberden ayırdetmek için, Peygamber, sahabe ve tabiun nesline nisbet edilerek, kendine has şekliyle fakihe ulaşan haber, demektir. Bir anlamda sadece isim (nominal) değerleri vardır. Bir teori, kaide ya da kural değil, belki bunu bünyesinde taşıması muhtemel bir materyaldir. Onun nazari olarak fıkhî bir kıymet hükmü taşıyıp taşımadığı, fakihin temel fıkhî mülahazalar neticesinde kendisine atfedeceği değere bağlı olacaktır.”

Daha sonra, Sünnet ve Hz. Peygamberin Sünneti tabiri üzerinde duran yazar, bunun daha sonraki dönemlerde ortaya çıktığı ile ilgili -özellikle müsteşrikler tarafından ortaya atılan- bazı iddiaları ele almakta, yine ilk asırlardaki rivâyet örnekleri üzerinden, “...Peygamberin sünneti tabirinin , Peygamberin kendisi başta olmak üzere tâ ilk günden beri hem kavram hem içerik olarak kullanıldığını” ortaya koymaktadır.
Daha sonra, İslam fıkhını sistematize eden fakihlerden İmam-ı Malik’in sünnet anlayışını inceleyen yazar, Malik’in “Muvatta” adlı kitabından, a) “es-Sünnetü İndena” veya “es-Sünnetü fi Zalike”, b) “Madat es-Sünnetü”, c) “el-Emrü İndena” ve d) “el-Amelü İndena” gibi ifadeler çerçevesinde bu büyük fakihin sünnet anlayışını örneklerle ortaya koymakta ve İmam Malik’in sünnet anlayışını şöyle tespit etmektedir:

“Malik’in düşüncesinde sünnet, fakihin kural olarak kabul ettiği fıkhî muhtevanın adı olarak gözükmektedir. Hadis ise, bu sünnetin elde edilmesine kaynaklık eden önemli bir materyal olarak değer bulmaktadır. Yani, el-Muvatta’da hadis ile sünnet aynı şey değildir. Hadis, sünnetin elde edildiği kaynaklardan birisidir. Ancak yegane kaynağı da değildir. Malik’e göre, sünneti belirlerken kullandığı rivayetin, merfû’, mevkûf ya da maktû’ olması, müsned, mürsel ya da münkatı’ bulunması da son tahlilde önemli değildir. Bu bakımdan rivâyetler, fıkhî değerleri itibariyle eşit etkiye sahiptirler. Bunlar arasında yapılacak tercihin kriteri fakihin benimsediği temel fıkhî prensipler ve kendine özgü zihin yapısıdır. Hatta, sünnetin kaynağı her zaman bir rivâyet olmak zorunda da değildir. Bazen süregelen bir uygulama, bazen toplumun veya ulemanın ittifakı, bazen kişisel yorum, bazen de kıyas ve içtihat sünnetin kaynağı olabilmektedir. Bu da Malik’in kullanımında sünnetin statik bir espri olmaktan çok, dinamik ve her zaman üretilebilen canlı bir fıkıh düşüncesi olduğu anlamına gelir. Kaynağını ise, en genel anlamda dinin teorik kaynağını temsil eden materyaller ile, o materyallerin uygulama alanı olan hayatın pratiğinden ve bu ikisi arasında kurulan dengeden alır.”

Bu meyanda, İmam Ebu Yusuf’un sünnet anlayışını kendi kitaplarından yine örnekler üzerinden ele alan yazar, İmam’ın sünnet anlayışını da şöyle ortaya koymaktadır:

“Ebu Yusuf’un sünnet ve hadisi ayrı iki olgu olarak bir arada kullanması, diğer taraftan da kapalı bir ifade olan, ‘öteden beri uygulanagelen sünnet’ tabirine bu denli karşı çıkması, sünneti tek bir materyale indirgeme çabasına bir itiraz şeklinde yorumlanabilir. Bu itiraz, hem sünnetin rivaî gelenek olan hadis’e indirgenmesine ve hem de bugün Schact ve Fazlurrahman gibi İslamologlarca ‘yaşayan gelenek-sünnet’ olarak isimlendirilen toplumun genel kabullerine indirgemesinedir. Rivai ve fiilî geleneği birleştiren bir sünnet anlayışıdır bu. Sünneti, ne sadece Hz. Peygambere nisbet edilen hadislere hasrediyor ne de bu tür hadisleri görmezden gelerek toplumun genel teamülüne hasrediyor. Her ikisini de ayrı, fakat bir arada ele alıyor.”
“...Ebu Yusuf’un ayrıca özenle vurguladığı bir husus ise, sünnetin dayanağı olan materyalin mübhem bırakılmaması ve teorik delilinin ihmal edilmemesidir.”

Daha sonra, Hanefi mezhebi müçtehitlerinden Şeybani’nin sünnet anlayışını yine kendi kitaplarından genişçe aktaran Özafşar, bunları da şöyle yorumlamaktadır :

“...Her şeyden önce Şeybani, sünneti salt merfû’’ hadise indirgememiştir. Kendisinden önce devam edegelen, daha önce işaret ettiğimiz tavrını sürdürmüş, sünneti, pek çok materyalden elde edilen bir fıkıh normu şeklindeki geniş çerçevede kullanmaya devam etmiştir.”

Hicri ilk iki asırdaki sünnet anlayışının genel bir değerlendirmesini yapan yazar bu anlayışlar çerçevesinde ortaya çıkan sünnet tanıtımını şöyle vermektedir:

“Sünnet, teori ya da pratikte kural (kaide-hüküm) olarak kabul edilen fıkhî muhtevanın adıdır.”

Yazarın, bu çerçevede ifade ettiği şu görüşler de yukarıdaki tanımı daha da anlaşılır kılmaktadır:

“...İlk iki asırda sünnet lafzı ile ifade edilip de kural olarak kabul edilen fıkhî muhtevanın elde edildiği materyaller oldukça geniştir. Hz. Peygamberin merfû’’ hadisinden, sahabe ve tabiun’un sözlerine kadar, ilk halifelerin uygulamalarından, sonraki müslüman idarecilerin bir takım tasarruflarına kadar, kıyastan fukahanın yorum ve içtihatlarına kadar sünnet lafzının zaman zaman kullanımı bundandır. Bu materyallerin hepsi aynı zamanda sünnet değildir. Bilakis, fakihin temel fıkhî mülahazalarla kural kabul edeceği herhangi bir materyal, sünnet vasfını kazanabilir.Bu sünnetin tespitindeki kriterler de çoğunlukla materyalin içeriğine yönelik kriterlerdir. Şeklî unsurlar gözardı edilmemekle beraber, nihai sonucu belirlemenin tek standardı değillerdir. Mesela, mürsel bir haber pekala bir sünneti içerebilir. Yine mevkûf, merfû’’ olana şu veya bu gerekçe ile tercih edilebilir veya herhangi bir uygulama nedeniyle rivâyet edilen materyaller tamamen gözardı edilebilir. Bütün bunlarda ayırdedici rolü oynayan ise, fakihin temel fıkıh esaslarını dikkate alarak geliştirdiği zihnî tutumudur.”

Fıkıh ve hadis tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul ettiği İmam Şafii’nin hadis-sünnet anlayışını da , yine Şafinin kendi kitaplarından ve örneklerle genişçe ele alan yazar, Şafii ile kendisinden öncekiler arasında sünnet-hadise yaklaşım konusunda çok önemli farklar bulunduğunu belirtmektedir.
Şafii’nin düşüncelerini, A-Hadis Sünnet, Sünnet de Hadistir, B-Hadisin Sübutu sünnet Olması İçin Yeterlidir, C-Sabit Olan Hadis Bizatihi Sünnettir, Başka Bir Şeye İhtiyacı Yoktur, D-Hadis-Sünnet, Yerel Uygulama ve İcma İddiası ile Terkedilemez, E-Hadis-Sünnet Kıyasa Dayanılarak Terkedilemez, başlıkları altında genişçe ele alan yazar, Şafii’nin düşünceleri ile öncekiler arasındaki farkı şöyle özetlemektedir:

“...Şafii, Medine ve Irak fakihleri nezdinde sünnetin elde edilmesindeki en önemli materyallerden birisi olan merfû’’ hadisi, sünneti temsil eden tek unsur olarak kabul etmiştir. Hadisin sübutunu ise, râvilerinin sika olması ve Peygambere kadar ulaşan muttasıl bir senedinin bulunması gibi şeklî bir kritere bağlamıştır. Bu kriteri taşıyan bir hadisin; ne çoğunlukla Medinelilerin yaptığı gibi ‘uygulama ve İcma’ terimlerinde formülleşen ‘pratik’ adına ve ne de çoğunlukla Iraklıların ‘re’ y’ ve ‘kıyas’ dedikleri ‘teorik’ veya ‘soyut ilke’ adına savsaklanamayacağını savunmuştur. Keza; Irak ve Hicaz fakihlerinde özellikle Iraklılarda sık rastlanan ‘iç tutarlılık’ da diyebileceğimiz; rivayetlerin veya hükümlerin birbirine arzedilmesi şeklindeki bir yorum kriterini şiddetle reddetmiş, bunun sonucu olarak da, ‘sünnet sünnete kıyas edilmez’ ilkesini getirmiştir. Sünneti temsil eden yegane unsur olan hadisi tespit ve tahlilde içeriğe yönelik bir esasa pek izin vermezken, onun sübutunun şekli kriterlere bağlı olduğu üzerinde ısrarla durmuştur. Böylece, daha önceki fakihlerin; ‘teori ya da pratikte kaide (hüküm) olarak kabul edilen fıkhî muhtevanın adı’ olarak kabul ettikleri sünnet, ‘sika râvilerin muttasıl bir isnatla Peygambere nisbet ederek naklettikleri hadis’e indirgenmiştir.”
Üçüncü Bölüm: USûL’E VE KÜLLİ KAİDELERE DAYANAK GÖSTERİLEN BAZI RİVAYETLERİN KRİTİĞİ.

Bu bölümde yazar, İslam fıkıh tarihinde çok önemli bir yeri olan Usûl ve Külli Kaideler üzerinde durmakta, bu kaidelerin dayanağı olduğu ifade edilen hadisleri sened ve metin yönünden tahkik ederek çok önemli sonuçlara ulaşmaktadır. Yazarın bu bölümde ulaştığı sonuçlar şu açıdan çok önemli: Zira, bu kaideler, üzerlerine bir çok hükmün bina edildiği ve kendilerine dayanılarak pek çok emir ve yasağın konulduğu kaidelerdir. Yazar, kitabında bunlara genişçe temas etmektedir. Konunun daha rahat anlaşılması için şu örneği vermemiz yeterli olacaktır kanaatindeyim: Mesela, bu külli kaidelerden oluşan “Mecelle”, ülkemizde 1926 yılında Medeni Kanun’un kabulüne kadar şer’i mahkemelerde 57 yıl tatbik sahasında kalmıştır. Bazı Ortadoğu ülkelerinde ise 1950’li yıllara kadar uygulanmıştır. Kısacası, basitçe ifade edecek olursak, buna dayanılarak toplum hayatı düzenlenmiştir.
Elbette, burada, yazarın bu külli kaideler, külli kaidelerin dayanağı olduğu ifade edilen hadisler ve bunlarla ilgili fıkıh tarihindeki tartışmalar üzerinde yaptığı bütün tahlilleri ve değerlendirmeleri aktarmamız mümkün değildir; o yüzden biz, örnek kabilinden bazı külli kaidelere atıfta bulunup yazarın ulaştığı sonuçları vermekle iktifa edeceğiz.

1- “Bir İşten Maksat Ne İse, Hüküm Ona Göredir” (el-Umuru bi Makasıdiha):

Bu kaidenin, “İnneme’l-Âmalü bi’n-Niyat...ilh.” diye başlayan hadise dayandığı ifade edilmektedir. Özafşar, bu hadisin tahliline ayırdığı bölümde, ayrıntılı bilgiler aktarmakta, yer yer meseleyi aydınlatıcı açıklamalar yapmakta ve sonucu şöyle özetlemektedir:

“a) Kaidenin teorik delilini bu hadis teşkil etmektedir.
b) Hadis, ilk devirlerden beri külli bir esas gibi anlaşılmış, ancak kaide olarak formülasyonu hicri IX. asırda gerçekleşmiştir.
c) Hadis, birinci asrın ortasına kadar ferd olarak rivâyet edilmiş, daha sonra şöhret kazanmıştır.
d) Hadisin metni bütün versiyonlarında küçük-büyük farklılıklar arzetmektedir. Bu durum, sahih vasfını haiz rivâyet metinlerinin dahi râvilerin tasarrufuna, bilerek veya bilmeyerek sebep oldukları değişikliklere maruz kalabildiğini göstermektedir.
e) Hz. Peygamberin salt hukuki bir kaygı taşımaksızın , sosyal bir hadise üzerine dile getirdiği sözlerinin, nasıl fıkhî bir delil olarak alınıp, çok katı hukuk yorumlarına tabi tutulduğuna ilişkin mühim bir örnektir.
f) Hadisin sahih varyantlarının sahip olduğu metni üzerinde yapılan fıkhî muhakeme sonuçları, değişik versiyonlardaki rivâyet metinlerinde gözükmektedir. “
g) Hadisin metni çok geniş olarak yorumlanmaya müsait olduğu gibi, metindeki en küçük bir edatın, harfin veya kelimenin, anlamlandırmaya nasıl etki ettiğine dair bu hadis, canlı bir örnek teşkil etmektedir.”

2- “Âdet Muhakkemdir” (el-Âdetü Muhakkemetün):

Bu kaidenin İslam fıkhında, örfün meşruiyetini belirleyen bir esas olduğunu ve diğer bütün kaidelerin buna dayandığını belirten yazar, sözkonusu kaideleri şöyle açıklamaktadır:
a) Nâs’ın (insanların) isti’mali bir hüccettir ki, onunla amel vacip olur.
b) Âdeten mümteni’ (yasaklanmış) olan şey, hakikaten de mümteni’ gibidir.
c) Ezmanın tagayyürü(zamanın değişmesi) ile ahkamın tagayyürü inkar olunamaz.
d) Âdetin delaleti ile manay-ı hakiki terkolunur.
e) Âdet, ancak muttarid(düzenli-sürekli) veyahut galip oldukda muteber olur.
f) İtibar, galib-i şâia (yaygın olana) olup nâdire değildir.
g) Örfen maruf olan(bilinen) şey, şart kılınmış gibidir.
h) Örf ile tayin, nass ile tayin gibidir.

Yukarıdaki prensiplerin, Hz. Peygambere nisbet edilen, “Müslümanların güzel gördükleri şey, Allah katında da güzeldir” hadisine dayandırıldığını ifade eden yazar, sözkonusu hadisle ilgili, çeşitli temel hadis ve fıkıh kitaplarından ayrıntılı bilgi ve rivayetleri aktardıktan sonra durumu şöyle tespit etmektedir:

“a) Kaidenin dayanağı olan haber merfû’’ olarak, ne sahih ne de zayıf bir isnada sahip değildir. Bunu ilk defa Peygamber’e (s.a.v) nisbet ederek kaydeden Şeybani’dir.Ondan sonra da hadis Peygamberin sözü olarak nakledilmiştir.Bu durum haberlere itimat noktasında iki açıdan dikkate değerdir:
Birincisi; selefe duyulan itimadın, bazı kereler rivayetleri tahkik etmeden kabul etmeye yol açabildiğidir. Kanaatimizce, bu durum ilim tarihimizde çokça rastlanan bir keyfiyettir. Burada Şeybani’ye duyulan itimat, Serahsi, Merginani, Kasani hatta Ali el-Kari’nin daha hadisi merfû’ olarak kabullenmelerine ve sahih saymalarına sebep olmuştur. Belki de Hanefilerin, “ilk üç neslin (Kurun-u Selase) mürsel haberlerini muteber kabul etme “ prensipleri bunda önemli rol oynamıştır.
İkincisi; Sahabi sözlerinden re’y ile bilinemeyeceğine inanılanlar hükmen merfû’’ kabul edilmektedir. Böyle bir telakki ile bir rivayetin hakikaten merfû’’ kılınmasına ise hiçbir engel yoktur. İbn-i Mesud’un bu sözünün içtihada mebnî olamayacağı zannı, sözün Peygambere nisbetine yol açmış olabilir.(...)
b) Rivâyet, aslında İbn-i Mesud’un bir sözüdür. Rivâyet tekniği açısından bu haliyle de tenkitten kurtulamamıştır.
c) Bazı versiyonlarda, metnin evveli ile sonu arasındaki anlam irtibatını kurmak mümkün olamamaktadır. Bunu, haberin bazı kısımlarının düşmesi veya son kısmın sonradan iliştirilmesi gibi ihtimallerle izah etmek mümkündür.”

Özafşar,ın ele aldığı diğer külli kaideler şunlardır: Zarar ve Mukabele biz-Zarar Yoktur( e-Dararü Yüzalü); Şek ile Yakin Zail Olmaz(el-Yakinü la Yüzalü biş-Şekki) ve Meşakkat Teysiri Celbeder( el-Meşakkatü Teclib’üt-Teysira).

Yazar, yukarıdaki külli kaideler dışında, “Özel Kaideler”e dayanak teşkil eden bazı rivâyetler üzerinde de durmakta, aynı metodla sözkonusu rivayetleri de tahkik etmekte ve yine önemli sonuçlar çıkarmaktadır. Biz bunlardan sadece bir tanesiyle ilgili sonucu buraya aktarmayı uygun görüyoruz.

3- “Delil İddia Eden İçin ve Yemin İnkar Eden İçindir” (el-Beyyinetü Li’l-Müddei ve’l-Yeminü Ala men Enkere):

“a) İslam yargı hukukunun temel prensiplerinden biri olan bu kaidenin dayandığı hadis değişik isnad ve metinlerle, muhtelif kişilere nisbet edilerek nakledilmiştir.
b)Hz. Ömer ve İbrahim en-Nehai’nin sözü olarak nakledildiği gibi, Peygamberin bazen kendi sözü, bazen de yargılama esnasında takip ettiği tavrın hikayesi olarak aktarılmıştır. Bu rivâyet vesilesiyle belki de en fazla üzerinde durulması gereken nokta burasıdır. Zira, Peygamberin bir davranışının ya da halinin hikayesi ile bir sözün bizzat Peygamber tarafından söylenilmiş olması arasında hem usûl hem de netice açısından fark vardır. Öyle anlaşılıyor ki, bazen hikayet’ül-hal olarak nakledilen rivayetlerin, Peygamberin sözü gibi nakledildiği durumlarda metnin formülasyonu râviye aittir. Râvi, olaydan çıkarttığı sonucu Hz. Peygamberin ağzından nakledebilmektedir. Halbuki, gerçekte Hz. Peygamber, olayı gerçekleştiren kişidir ;ancak, hadiseden çıkartılan fıkhî sonucun rivâyet formu O’na ait değildir.Çoğu durumda bu, râvinin yorumudur.(...)
c) Rivayetlerin metinlerinde farklılıklar olduğu son derece açıktır. Bunun da izahı, râvilerin bilinçli veya bilinçsiz rivâyetler üzerindeki tasarrufu ile mümkündür.
d) Bir kısım fıkhî endişelerin bazı versiyonlara yansıdığı da bir gerçektir. Zaman ilerledikçe, ilk dönemlerde izah için veya açıklamak için sarfedilen tabirlerin geç dönem rivayetlerinde metnin ana unsuru olarak görülmesi idrac faaliyetinin sanılandan çok daha ciddi boyutlarda olduğu yönünde bir fikir verebilir.”

Özafşar’ın incelediği diğer iki Özel kaide örneği, “Haddler Şüphelerle Düşer”( el-Hududu Teskutu biş-Şübühati) ve “Fayda Getiren Her Türlü Borç Verme Ameliyesi (kredi) Faiz İşlemidir” (Küllü Karzin Cerre Nef’an fe Hüve Riben)’dir.

Yine yazar, “Fıkhın Asılların Birine Dayanak Gösterilen Rivâyet Örneği: Sünnet-Hadis” başlığı altında meşhur “Erike(Koltuk) Hadisi”ni de genişçe incelemekte ve ilgili tartışmaları aktarmaktadır.

Dördüncü bölümün başına bıraktığı bu bölüm ve rivayetlerle ilgili değerlendirmesinde Özafşar şu tespitleri yapmaktadır:

“...Özellikle son bölümde, fıkhî hadislerle ilgili bazı sonuçlar belirgin hale geldi. Bunları, ‘rivayetlerin isnadıyla ilgili olanlar ve metni ile ilgili olanlar’ şeklinde iki kısımda özetleyebiliriz.
İsnad ile ilgili olarak bu rivayetlerin çoğunda karşı karşıya gelinen durum, mevkûf haberlerin merfû’’, mürsel’lerin muttasıl hale getirilmesidir. Bunun yanında, hemen her isnad râvileri açısından tenkid edilmiştir. Tabii ki bu durum, haberlerin sahih ve zayıflıkları konusunda farklı sonuçların çıkarılmasına sebep olmaktadır.
Metin ile ilgili problem çok daha girifttir:Hemen bütün versiyonlardaki haber metinlerinin şu veya bu oranda birbirinden farklı olması, takdim, te’hir ve ziyadelerin bulunması; bazılarında Peygamberin sözü olarak nakledilen ifadelerin, bazı kanallarda râvilerin kendi sözü olarak gözükmesi; zaman içerisinde daha önce açıklama ve yorum olarak dile getirilen ilavelerin metnin aslına dahil edilmesi; sıradan ifadelerin birer fıkhî ilke ve prensip şeklinde formüle edilmesi; bir hadisin birbirinden çok farklı kontekst (bağlam) ve konularda yorumlanması gibi hususlardır.”


Dördüncü Bölüm: FIKHİ RİVAYETLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ.

Kitabın en önemli bölümü olan bu son bölümde yazar, diğer bölümlerde ulaşılan sonuçların da ışığında, konuyu ciddi bir akademik titizlik içinde ve genişçe ele almaktadır. Yazar, konuyu pek çok başlık ve alt başlık altında incelemiştir ama, biz bazı motamot bilgilerden sarf-ı nazar edip meseleyi biraz basitleştirerek -kitabın sistemini de bozmayacağına inandığımız- şu üç ana başlık altında toplamanın doğru olacağını düşünüyoruz: 1- Metin İnşası, 2- Muhteva Tahlili, 3-Arka Plan Tahlili.

1- METİN İNŞASI:

Yazar, bir konuda metin tahlilinden söz edebilmek için önce elde sağlam bir metin olması gerektiğinden hareketle, sağlam bir metin’in nasıl elde edilebileceğini tespit etmeye çalışmaktadır. Yazara göre,

“...bir haberin kabulü için, râvisinin âdil ve zâbıt olması yeterlidir. Fakat haberin içeriği, anlamı ve yorumu için bu asla bir kriter değildir. Bu nedenle metnin tahlili konusu, herhangi bir rivayeti kabul ya da red mantığı üzerine kurulu bir işlem olmayıp, onun içeriğini ve gayesini anlama mantığı üzerine kurulu olmalıdır.”

Özafşar, bu konuda öncelikle yapılması gereken şeyin, bir konuyla ilgili bir çok rivayetin bir araya toplanması değil, “bir konuda gelen bir tek rivâyet ve onun bütün versiyonlarının esas alınması olduğunu” belirtmektedir. Özafşar, metni inşa sürecinde dikkat edilmesi gereken diğer noktaları da şöyle sıralamaktadır:


a) Erken Kaynak: Bu ifade haberi ya da rivayeti bize intikal ettiren en erken yazılı kaynağı ifade eder. İnşa süreci esnasında bunun tespit edilmesi son derece önemlidir. Zira, zira rivayetin buradaki şekli, hem isnad ve hem de metin bakımından metnin orjinalini bulmamıza yardımcı olacak ve oradan itibaren, her iki bakımdan maruz kaldığı değişiklikleri izleme imkanını bize verecektir. Mesela, burada ‘mevkûf’ olan bir haberin sonraki kaynaklarda ‘merfû’’ olarak yer alması, bizim o konuda daha dikkatli davranmamızı gerektirecektir.
b) İlk Râvi: Bu ifade, rivayetin kendisine nisbet edildiği ilk kişiyi ifade eder. Onunla ilgili tarihi ve biyografik malumat ile haberi naklederken kullandığı ifade kipleri, rivayetin menşeini tahlilde hayati öneme sahiptir. Mesela, tarihen muttali olması mümkün olmayan birisine, herhangi bir rivayetin, onun tanık olduğu ve bizzat müşahede ettiğini bildiren tabirlerle nisbeti, o konuda daha dikkatli olunması gerektiğini ihtar edecektir.
c) Bileşke Râvi: Rivayetin çeşitli kanallarının kendisinde toplandığı veya kendisinden dağıldığı râviyi ifade eder. Bunun tespiti de önemlidir. Rivayetin isnad veya metin bakımından maruz kaldığı değişiklikleri izlemede anahtar rol oynar.”


İlk üç asırdaki klasik metin inşası kitaplarından bazı örnekler veren yazar, çağımızda da benzer çalışmaların yapıldığını işaret ederek, örnek olarak bir tek hadis üzerinde yapılan bir doktora tezinden kısaca sözetmektedir:

“Bu çalışma, 1989 yılında, Chicago Üniversitesi Yakın Doğu Dil ve Medeniyetleri bölümünde hazınlanmış bir doktora çalışmasıdır. Iftikhar Zaman tarafından hazırlanan tezin ismi: The Evolution of A Hadis Transmission, Growth and The Science of Rical on in a hadis of Sa’d bin Abi Wakkas’tır. Tez, konu olarak bir tek hadisi ele almaktadır. Sa’d b. Ebi Vakkas’ın hastalanması esnasında Hz. Peygamberin onu ziyaretini konu edinen rivâyet tetkik edilmiştir. Haber aynı zamanda, kişinin mülkiyetinde olan malında vasiyet hakkına ilişkin fıkhî bir içeriğe de sahiptir. Yani çalışma, bir fıkhî hadisin tetkiki çalışmasıdır, denebilir.”

Özafşar, daha sonra, “Metin İnşasını Zorunlu Kılan Faktörler” ana başlığı altında, “Tabii ve Psikolojik Faktörler” ve “Metodik Faktörler” i incelemektedir:

A-Tabii ve Psikolojik Faktörler: Burada, insanın yaratılışından gelen bazı zaaflarının rivayetlere olan etkileri üzerinde duran yazar, sözkonusu zaafların birer insan olmaları hasebiyle sahabeye de maruz olabileceğini belirtmekte, sahabenin de kendi aralarında bazen birbirlerinin rivayetlerini tenkit ettiklerini ifade ederek, örnek olarak Hz. Aişe’nin -hakkında müstakil kitaplar da yazılan- diğer sahabeler tarafından rivâyet edilen hadislerle ilgili tenkitlerini örnek vermektedir:

“...Allah, Ebu Hureyre’ye rahmet etsin, iyi duymamış ve iyi ifade edememiş.”
“...Allah, Ömer’e rahmet etsin, o yalan söylememiş, fakat ya hata etmiş veya unutmuş.”
“...Kuşkusuz, sizler ne yalan söyleyerek ve ne de yalanlayarak bana rivayette bulunmuyorsunuz. Fakat, kulak yanılır.”
“...Allah, Ebu Abdurrahman’ı bağışlasın. O, yalan söylememiştir.Fakat, ya unuttu yahut da hata etti.”
“...İbn Ömer, hata etmiş.”
“...Hadis’i muhafaza edememiş. Peygamber şöyle dedi...”
“...Cabir, yanılmış. O, Peygamberi benden daha iyi mi biliyor?”
“...Hadisin sonunu işitmiş, fakat evvelini duymamış.”
“...Allah, ona rahmet etsin., size hadisin sonunu nakletmiş, fakat baş tarafını aktarmamış.”
“...Allah, Ebu Said’e rahmet etsin, Peygamberin kasdı (o değil) şu idi:..”

B-Metodik Faktörler: Bu bölümde, râvilerin kendi iradeleriyle rivâyetler üzerindeki bir takım tasarruflarına değinen yazar, bu çerçevede metodik faktörler olarak, 1-Mânâ (Muhteva) Rivayeti, 2-Ziyade ve İdrac ve 3- İhtisar ve Takti’ üzerinde durmaktadır.

I-Mana (Muhteva)Rivayeti: Hadislerin mana olarak mı yoksa lafzen mi rivâyet edildiği ile ilgili tartışmaları oldukça geniş olarak aktaran yazar, bu konuda ulaştığı sonuçları şöyle özetlemektedir:

“a- Hadislerin anlam-içerik ile rivâyet edildiği bir vakıadır.
b- Sahabenin mana ile rivâyet ettiğinde hemen hemen ittifak vardır.Hakim Tirmizi, kadı Iyaz, İbn Arabi vd.nın bu konudaki düşünceleri açıktır.
c- Hadislerin mana ile rivâyet edilmiş olmalarının önemi, özellikle ilk üç nesilde daha fazladır.
d- Anlam olarak rivâyet, bilhassa ilk devirler için bir istisna değil, asıldır. Bu nokta kanaatimizce çok önemlidir. Zira, ( bu gerçek) (?) fıkhî nitelikli hadis metinlerinin değeri ortaya konurken ve tahlilleri yapılırken bir zihnîyet ve tutum değişikliğini de beraberinde getirecektir. Lafız ve metin, bütün usûlcülerin dediği gibi, vasıta olarak görülecek, amacı tayin için satır aralarının okunmasına imkan verecektir.
e- Bu gerçek, bir konuda pek çok versiyonu bulunan bir rivayetin, mutlak olarak sadece birisinin hakikati yansıttığı anlayışının yerine, bütün versiyonların eşit derecede senet ve metin olarak göz önünde bulundurulması gerektiğini, yahut bizim tabirimizle ‘metin inşası’ işleminin zorunlu olduğunu göstermektedir.”

II-Ziyade ve İdrac: Amiyane tabirle “hadislerin senet veya metinlerine yapılan ilaveler/eklemeler” olarak tanımlayabileceğimiz bu konuda da yazar, meseleyi yine klasik kaynaklardan alıntılarla ele almakta ve şu sonuçlara ulaşmaktadır:

a- Ziyade ve idrac konusu, fıkhî hadislerde bir realitedir.
b- Bu durum, genellikle fıkhî düşüncelerle meydana gelmektedir.
c- Özellikle sahabenin idracı, büyük önem arzetmektedir.
d- Rivayetlerde yer alan açıklayıcı edatların, sonraki râviler tarafından hazfedilmesi ziyade ve idraclara yol açmaktadır.
e- Ayrıca, metinlere getirilen açıklamalar ile râvilerin onlardan çıkarttığı fıkhî hükümler, zamanla metnin asli unsuru haline gelebilmektedir. Bunun Zühri ve benzeri rivâyet ilminin temelini oluşturan râviler tabakasında meydana gelmiş olması meseleyi çok önemli hale getirmektedir.
f- Bu ve benzeri sebeplerden dolayı, bir versiyon ile hüküm vermek gerçekçi olmayacağından, mutlaka fıkhî bir haber değerlendirilirken ‘metin inşası’ işlemi yapılmalıdır.”

III- İhtisar ve Takti’: İhtasar; rivâyet metninin bir kısmının hazfedilerek, yahut tamamen özetlenerek nakledilmesi; Takti’ ise, bir hadis metninde fıkhın çeşitli konularına dair hüküm çıkarmaya yarayacak ibarelerin bulunması halinde, bu ibareleri bölerek ilgili bölümde nakletmektir.
Yazar, bu konudaki tartışmaları ve bu işlemin ortaya çıkardığı problemleri de ayrıntılı olarak aktarmakta, ve kendi düşüncesini şöyle ortaya koymaktadır:

“...İhtisar ve takti’ işlemi, bir bütünün içinden sadece bir parçanın alınması demek olduğundan, rivayetlerin harfi bünyesinde olmasa bile, kendi bütünlüğü içerisinde konu ve içeriğin parçalanmasına yol açacağından adlandırmada bir takım eksikliklere neden olacağı kabul edilmelidir. Bu itibarla böyle bir işleme maruz kalmış bir versiyonun metni üzerine hüküm bina etmek her zaman sağlıklı ve rivayetin kendi gerçekliğine uygun bir sonuç vermeyebilir. Bu nedenle, ‘metin inşası’ bir haberin gerçeğe en yakın değerini tayin için yapılması zorunlu bir işlemdir.”


2- METİN (MUHTEVA) TAHLİLİ:

“Fıkhî rivayetlerin değerlendirilmesi esnasında, tabii ve psikolojik faktörlerle metodik faktörlerden dolayı yapılması zorunlu olan ‘metin inşası’ aşamasından sonra, ikinci aşamanın ‘metin(muhteva)tahlili’ olduğunu” belirten yazar, bu konuyu da genişçe ele almaktadır.
İlk üç nesilde, yani hicri ikinci asrın ilk yarısına kadar, rivayetlerin kategorik olarak tasnif edilmediğini, bunun Şeybani’nin rivayetleri kategorik olarak tasnif etmesi ve ‘metin delili’ anlamında ‘nass’ kavramını kullanmasıyla başlayıp Şafii ile sistematik hale geldiğini belirtmekte ve aradaki farklılığı şöyle açıklamaktadır:

“...Daha önce ilk üç nesilde rivayetlerin içeriğine yönelik tahlilin tabii karakteristiği olan:
a- Rivayetlere genel bir perspektiften bakılması,
b- Rivâyet lafızlarının kategorik olarak sınıflandırmaya tabi tutulmamış olması,
c- Rivâyet metinlerinin yorumunda İslamın genel ilkelerine referans yapılması, gibi özelliklerin yerini;

a- Metin Merkezli bir perspektif, (buna harfi yaklaşım da diyebiliriz),
b- Rivâyet metinlerinin içeriklerine göre kategorik tasnifi,
c- Rivâyet metinlerinin yorumlanmasında, metinde gözükmeyen unsurların, yani genel ilkelere referans yapılmasının dışlanması, gibi karakteristik bir yapı almıştır.”

Özafşar, Şeybani’nin, rivayetlerin kategorik tasnifinde kullandığı tabirleri de ayrıntılı olarak açıklamış ve izah etmiştir.
Bu arada Şafii’nin “nass teorisi”ni de ayrıntılı olarak tahlil eden yazar, fıkıh usûlünde metin(muhteva) tahlili ile ilgili çok mükemmel ilkelerin altı çizildiği halde, bunların pratikte pek uygulama imkanı bulamadıklarını belirtmiş, Şafii’nin bazı lafzi yaklaşımlarının Zahiri İbn-i Hazm ile örtüştüğüne işaret ederek, rivayetlerin yorumunda bunun ne gibi sonuçlar doğurduğuna atıfta bulunmuş ve bazı örnekler vermiştir. Mesela, Hz. Peygamberin, “...Cuma günü yıkanmak (gusletmek), büluğa ermiş her kese vaciptir.” hadisinden çıkartılan fıkhî muhakemeleri aktaran yazar bunu şöyle yorumlamaktadır:

“...hem Kuduri ve hem de İbn Hazm, hadisi lafzıyla mutlak olarak ele almışlar, çıkışına sebep olan unsurları ve sözü söyleyenin maksadını hesaba katmaksızın katı bir lafzi yoruma meyletmişlerdir. Nassı, sadece nassın kendisinden hareketle değerlendirmişler, onunla ilgili harici faktörleri görmezden gelmişlerdir. Bu da ortaya gerçekle ilgisi olmayan, son derece ilginç bir yorum çıkarmıştır. Kaynaklarımız üzerinde bu açıdan yapılacak ciddi bir araştırma inanıyoruz ki, bu tür bol miktarda örneği karşımıza çıkaracaktır.”

Bir başka yerde:

“...Bunun ne kadar zorlama bir yorum olduğu o kadar açıktır ki, buna dikkat çekmek bile aslında gereksizdir.”

Metin Tahlilinde Göz Önünde Bulundurulması Gereken Hususlar:

Bu bölümde, “dil” ve “metnin görünmeyen öğeleri” üzerinde genişçe duran yazar, yer yer çağdaş yorumbilim metod ve esaslarıyla ilgili kitaplardan alıntılar da yaparak meseleyi ortaya koymaktadır. Yazar, bu bölümü şu şekilde özetlemektedir:

“Sonuç olarak bir metni tahlil ederken dört ana unsuru ile ele almak gerekir. Bunlar:

a)Metnin Lafızları: Bu konudaki çözümlemelerde klasik fıkıh usûlünün geliştirdiği metodoloji ve dilin kendi gramatik esasları temel alınmalıdır.
b)Konuşan, Muhatap ve Hazır Bulunanlar: Burada konuşanın -tabii ki rivâyetler sözkonusu olunca Hz. Peygamber, sahabe ve tabiun’un- kastının ve konuşmasındaki amacının ne olduğunu tespite çalışmalıdır. Konuşma esnasında sözü anlamlı kılan yan öğelerin, işaret, jest, mimik, gülümseme, vurgu vb.lerinin imkan nisbetinde tespitine çalışılmalıdır.
Muhatabın, yani sahabe ve tabiun’un, konuşmayı ne kadar objektif anlayabildiği, kültürel konumlarının ne olduğu, hatta gerek kültüründen ve gerekse geçmişinden kaynaklanan güdülerin neler olabileceğinin tespitine çalışılmalıdır. Konuşmada hazır bulunanların konuyla ve konuşanlarla ilişkilerine, yani üçüncü şahıslar varsa bunların tepkilerinin ne olduğuna bakılmalıdır.
c)Dil: Konuşmanın tabii dil olduğu bilinerek, bu metinlere anlam verilirken, üst dil de dediğimiz fıkhın kavram ve terimlerinin, rivayetleri anlamlandırmadaki etkisi dikkate alınmalıdır.
d)Sözün Bağlamı: Bu konuşmanın meydana gelmesinde etken olan doğrudan faktörlerle, konuşma anındaki fiziki, siyasi, sosyal ve kültürel çevrenin bilinmesini ifade etmektedir. Buna ‘bağlam’ diyebileceğimiz gibi, ‘çevre’ veya ‘arka plan’ da denebilir.”

3- ÇEVRE (BAĞLAM-ARKA PLAN)TAHLİLİ

Yazar, bu bölüm hakkındaki çerçeveyi şöyle ortaya koymaktadır:

“...bir toplumda bir zaman ve mekanda vücut bulan ifadeler, o toplumun bireyleri tarafından büyük çapta, müştereken sahip oldukları ahd-i zihnî’ler dolayısıyla doğru kavranılıp doğru anlaşılabilir. Ancak daha sonra gelen nesillerin bu imkanı azami ölçüde kaybolduğundan, o zamanda ve mekanda oluşan ifadeleri gerçeğe en yakın biçimde anlayabilmek için bu ahd’in yeniden oluşturulması gerekir.”

Yazar, bu konuyla ilgili üç temel çevreden söz edilebileceğini belirtmektedir:

a) Tabii-Fiziki Çevre
b) Sosyo-kültürel ve iktisadi çevre,
c) Tarihi çevre.

Özafşar, diğer konular gibi bu meseleyi de ayrıntılı olarak ve örnekler üzerinden ortaya koymakta ve ilgili rivayetlerin nasıl anlaşılması ve yorumlanması gerektiği ile ilgili hem doğru olduğuna inandığı çeşitli yorumları aktarma, hem de kendisi yorumlar yapmaktadır. Biz, yazımızın hacmini daha fazla büyütmemek için, ayrıntıya girmeden, her konuyla ilgili bazı örnekler vermekle iktifa edeceğiz

A-Tabii-Fiziki Çevre:

“Hz. Peygamberin öyle ifadeleri vardır ki, bunlar ancak o zamanki tabii ve coğrafi şartlar ve fiziki mekan göz önüne alındığında anlamlı olabilmektedir. O şartların gözardı edilmesi halinde rivayetin işaret ettiği anlam genelleştirilmekte ve bu da hiç istenmeyen sonuçlara sebebiyet vermektedir.”

Mesela, bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:

“Def-i hacet için geldiğiniz vakit, ne önünüzü ve ne de arkanızı kıbleye çevirmeyin. Fakat, doğuya ya da batıya dönün.”

Yazar, bu hadisin Medinelilerin coğrafi konumu ile ilgili olduğunu açıklamakta ve şunları söylemektedir:

“...Bu hitap yalnızca Medine’lilere ve onların konumunda olanlaradır.”
“...Mısır, Libya ve Mağrip’te bulunan birisi, hadisin lafzına uyarak doğuya dönecek olsa, bu durumda hadiste yasaklanan fiili işlemiş olacaktır. Çünkü, kıbleye dönmüş olacaktır. Dolayısıyla bu hitap, doğuda, batıda ve Irak’takilere yönelik değildir. Medine, Şam vb. yerlerde yaşayanlara bir hitaptır.”

B- Sosyo-Kültürel ve İktisadi Çevre:

“Kaynaklarımızda bize intikal eden öyle rivâyetler vardır ki, bunların zahiri anlamları ile kabullenilmeleri bazı sakıncaları da beraberinde getirmektedir. Yakından tetkik edildikleri zaman bunların, o günkü toplumun kendine özgü sosyo-kültürel bünyesi ile ilgili oldukları görülür. Bu tür rivâyetler daha çok ekonomik ve iktisadi alandaki şekli düzenlemelerle ilgilidir.”

Özafşar, buna örnek olarak, fiyatların sınırlandırılması (“narh”) ile ilgili bir hadisi vermektedir:

“Peygamber zamanında fiyatlar yükseldi. Bunun üzerine halk kendisine gelip: ‘Fiyatlar çok yükseldi, bir ayarlama yapsanız da biz ona tabi olsak,”dediler. Bunun üzerine Peygamber(s.a.v): “Fiyatların yükselmesi ve düşmesi Allah’ın iradesine bağlıdır. Biz, Allah’ın emir ve takdirini aşamayız,” diye karşılık verdi.”

Yazar, bu hadisle ilgili çeşitli yorumları aktarmakta ve kendi görüşünü şöyle belirtmektedir:

“...Şu halde sözkonusu rivâyet:
a- Arzın çoğalması,
b- Gelirlerin çoğalması,
c- Maliyetlerin yükselmesi sonucu tüccarı korumaya matuf bir ekonomik tedbir olarak yorumlanmalıdır. Ülgener’in de ifade ettiği gibi, piyasa şartlarının değiştiği ve tüketicinin korunmasının elzem olduğu zamanlarda bu yaklaşım terkedilmiştir.”

C- Tarihi Çevre:

Özafşar, tarihi çevreyle ilgili , daha önce kısaca atıfta bulunduğumuz, A.Ahmet Ebu Süleyman’ın, “İslamın Uluslar arası İlişkiler Kuramı” adlı kitabın iki örnek aktarmaktadır:
Birincisi; İbn Mace’nin rivâyet ettiği bir hadisle ilgilidir:

“Ali şöyle dedi: Allah’ın Resulünün elinde bir Arap yayı vardı. Elinde Pers yayı bulunan bir adam görünce şunları söyledi: Nedir bu? At onu! Bunu ve benzerlerini, mızrakları kullan. Çünkü Allah, din’i onlarla desteklemenize yardımcı olacak ve sizin pek çok beldelere sahip olmanıza imkan verecektir.”

Ebu Süleyman başka örnekler de verir ve sonra şöyle der:

“Bu hadislere (ve bunlar üzerine kurulu tüm klasik ve geleneksel İslam düşüncesine) dikkatle baktığımızda, bu talimatların bir ortaçağ sosyal düzeni bağlamında bir ortaçağ savaşına ilişkin olduklarını ve zaman-mekan boyutuna aldırmaksızın bunlara müracaat etmenin bizi yanlış sonuçlara yönelteceğini anlarız. Bu tür hadisleri anlamlı biçimde kullanabilmek için, bu tür beyanların somut-fiziki ve kültürel yönlerini değil, altında yatan değeri almamız gerekir. Ortaçağ hukuk alimlerinin bu hadislere dayandırdıkları tartışmalarındaki benzetmeleri kelime kelime, konu konu tam bir harfi tahlilden geçirerek yapmaları doğaldır; ama çağımız hukukçuları aynı şekilde davranır, hatta eski görüşleri kelime kelime tekrarlarsa, o zamandan beri meydana gelmiş değişimleri kavrayamadıkları anlaşılır.”

Ebu Süleyman’ın verdiği diğer örnek, Hudeybiye Musalahası’ndan genel-evrensel bir barış antlaşması çıkarılması ile ilgili yorumlar üzerinedir:

“...Şafii’nin yabancılarla ilişkilerde, sünnetten hareketle, müslüman yöneticilere müşrikine kendi ülkelerinde hiç değilse yılda bir kez saldırmayı ve on yılı aşkın süreler için mütareke imzalamamayı tavsiye etmesi anlaşılır bir şeydir.Çünkü, Hz. Peygamberin, düşmanlarıyla yılda en az bir kere savaştığı ve on yıldan uzun süreler için mütareke imzalamayı kabul etmediği rivâyet edilmiştir. Ama günümüzün savaş şartlarında ve çağdaş uluslararası sistemde, ne bugün ve ne de yakın gelecekte hiçbir devlet adamının böyle bir benzetmeyi kabul etmesi beklenemez.”

SONUÇ:

“Hadisi Yeniden Düşünmek” kitabının yazarı Sayın M.Emin Özafşar’ı gerçekten kutluyorum. Bundan sonraki ilmi çalışmalarında da başarılar diliyorum. Ve umuyorum ki, yazar, ilim dünyasına, bu kitabın mütemmimii sayılacak başka çalışmalar kazandırır. Çünkü, bu kitap, fıkhî hadisler konusunda kendisine sürekli müracaat edilmeyi hak eden bir kitaptır ve her zaman ölçü alınacak bazı tespitler ihtiva etmektedir. Kitapta ulaşılan sonuçlarla ilgili yeniden bir değerlendirme yapmayacağım. Sadece, hadis konusuna ilgi duyan her kese ısrarla ve önemle tavsiye ediyorum.
“Hadisi Yeniden Düşünmek” her zaman her yerde okunabilecek bir el kitabı değildir; bu bir kaynak ve müracaat kitabıdır. Kendi adıma hiç abartmadan çok samimi olarak söylüyorum, gelecek nesillere miras kalacak bir kitaptır.
Kitaptaki bazı tespit ve tahlillere itirazlar olabilir. Mesela, Aynur Uraler’in, “Sünnete Bağlılık” kitabında bu yönde bazı tenkitler var. Fakat, -esasla ilgili tenkitleri bir yana bırakacak ve konumuzun dışında kabul edecek olursak- bu tenkitler bana duygusal tenkitlermiş gibi geliyor. Ya da geleneğimizdeki, Hicaz Ekolü ile Irak Ekolü arasındaki polemiklere benziyor. (Burada, Marmara İlahiyat-Ankara İlahiyat)

Hiç yorum yok: