24 Nisan 2007 Salı

KUR’AN İLİMLERİ ve TEFSİR USULÜ
Kur’anın İslam’ın temel kitabı oluşu tartışma dışıdır...İslam’la ilgili bir mesele için öncelikle başvurulacak kaynağın Kur’an oluşu da... Öyle ise, İslam’ı doğru anlamanın temel şartı Kur’anı doğru anlamak ve yorumlamaktır..Peki Kur’an nasıl bir kitaptır? Bunu anlamanın yolu, İslam tarihi boyunca müslüman alimlerin bu konuda ortaya koydukları kültürel mirasın, yani eserlerin tetkik edilmesidir.
...İşte burada tanıtımı yapacağımız kitap, bu konuda yazılmış eserlerden en kayda değer olanlarından biri olarak Lübnan Üniversitesi Edebiyat ve İslami İlimler Fakültesi Öğretim üyelerinden merhum Prof.Dr. Subhi es-Salih’in, dilimize M. Said Şimşek tarafından “Kur’an İlimleri” adıyla çevrilen eseridir. (Esra yay.)
Elbette, Türkçede tefsir usulü ve Kur’an ilimleriyle ilgili başka eserler de var; ama ben kendim bu kitabın –diğer kitaplara (özellikle İsmail Cerrahoğlu’nun kitabına) göre Arapça’ya vakıf olmayan kuyucular tarafından daha az binilmesine rağmen- farklı olduğunu düşünüyorum.
Kanaatimce, kitabın önemi ve farkı, yazarın İslami ilimlere olan vukufiyetinden, ele aldığı konulara hakimiyetinden ve Selef-i Salihinin bize bıraktığı kültürel mirasa ve sahih İslami geleneğe olan saygısından ve popülizmin cazibesine kapılmamasından kaynaklanmaktadır.
Önemine binaen bu konuyu biraz daha açmak istiyorum... İslam’la ilgili herhangi bir konuda söz söyleyebilmek için İslami ilimlerin tümüne asgari kifayet seviyesinde vakıf olmak önemlidir. Çünkü, sadece bir sahada uzman olan, başka konularda büyük hatalara düşebilmekte veya çok önemli noktaları gözden kaçırabilmektedir. Meseleyi daha da anlaşılır hale getirelim: Mesela, herkes Prof. M.Ebu Zehra’nın hukukçuluğunu takdir eder ama,kendisi kitaplarında, hadis kitaplarında geçmeyen hadisleri delil olarak kullanabilmekte ve hükümlerini bu hadisler üzerine bina edebilmektedir...İşte bu apaçık bir şeyin ifadesidir ki, o da Ebu Zehra’nın hadis konusundaki yetersizliğidir. Başka örnekler de verilebilir. İşte yazarımızın farkı, İslami ilimlerin her alanında asgari kifayet seviyesinde bir birikime sahip olması, hatta -bir kısmı müracaat kitabı olarak alınan- çoğu konuda yazılmış eserinin bulunmasıdır. Belki de, İslami ilimlerin çoğu alanında eser verebilecek derecede birikim sahibi oluşu, kendisinin Arap Dili ve Edebiyatına olan hakimiyetinden kaynaklanıyor; zira, son tahlilde bu dinin temel kaynakları Arapça’dır ve bu kaynaklar üzerinde yapılacak her yorumun, söylenecek her sözün, ortaya atılacak her düşünce ve iddianın, Arapça’ya tam vakıf olmakla, hatta Arap kültürünü bilmekle doğrudan bir ilgisi her zaman sözkonusu olabilmektedir.
Tekrar konumuza dönecek olursak, Kur’an ilimleri kitabı, böyle İslami ilimlere hakkıyla vakıf bir ilim adamı tarafından yazılmıştır ve bu yüzden söylediği her şey ve ulaşılan sonuçlar çok önemlidir. Kitabı, diğer kitaplardan ayıran önemli bir özellik de şudur: Tefsir usulü ile ilgili piyasadaki kitapların çoğu -genellikle- bir konudaki her türlü tartışmayı kitaba alıp aktardıktan sonra, okuyucunun önüne, tartışılmış sonuçlandırılmış görüşlerle çıkmıyorlar. Böylece okuyucu, yapılan tartışmaların neresinde yer alacağını, doğru olan-olmayan görüşlerin hangisi olduğunu net olarak anlayamamaktadır. Yazarımız ise, -belki de yine konuya olan hakimiyetinden ve tüm İslami ilimlerdeki birikiminin verdiği rahatlık ve güvenle- bir konudaki çeşitli görüşleri, tartışmaları aktardıktan sonra bunları tenkide tabi tutarak yanlış olduğuna inandığı düşünceleri reddederek, sonuç olarak doğru olduğuna inandığı kendi düşüncesini ortaya koymaktadır ki, okuyucular açısından bunun önemli ve gerekli olduğunu düşünüyorum.
Kur’an ilimleri kitabı; Kur’an ve Vahiy, Kur’an Tarihi, Kur’an İlimleri ve Tefsir ve İ’caz olmak üzere başlıca dört bölümden oluşmaktadır. Her bölüm kendi içinde ayrıca alt başlıklara ve kısımlara ayrılmaktadır.
Elbette, kitapta yer alan bütün bölümleri ve her önemli konuyu buraya almamıza imkan yok...O yüzden biz, kitaptaki konularla ilgili tartışmalardan sarf-ı nazar edip, okuyucuların Kur’anın herhangi bir ayeti ile ilgili bir yorumla, bir iddia ile karşılaştıklarında, bunun doğruluğunu/yanlışlığını, hatta bir konuda yazılmış herhangi bir kitapla karşılaştıklarında bu kitaptaki düşüncelerin, yargıların İslami değerini anlayabilecekleri –deyim yerindeyse- test edebilecekleri bir ölçüt oluşturabilecek bazı önemli tespitleri ve yazarın ulaştığı sonuçları aktaracağız.

VAHİY OLGUSU
Vahiy Hadisesi Sadece Kur’an-ı Kerime Mahsustur
Kur’an dışında vahiy bulunup bulunmadığı İslam tarihinin ilk dönemlerinden itibaren tartışılan bir konudur. Daha, doğrusu bu tartışmalar özellikle sünnetin kaynağının vahiy olup olması ile ilgilidir. Yazar, Hadis İlimleri ve Istılahları ve diğer kitaplarında, sahih hadisin her konuda hüccet olduğunu, Kur’an ile Sünnet arasında hüküm koyma bakımından bir fark bulunmadığını ısrarla ve delilleriyle savunmasına rağmen, “Sünnetin de Kur’an gibi vahiy olduğunu, Cebrailin, Hz. Peygambere Kur’anı getirdiği gibi Sünneti de getirdiği” ve benzeri düşünceleri kabul etmemekte, vahiy hadisesinin sadece Kur’ana mahsus olduğunu düşünmektedir. Uzatmamak için ayrıntıya girmiyorum.
Kur’anın Parça Parça İndirilmesi ve Bunun Hikmetleri
Kur’anı Kerimin bir kitap halinde toptan inmediği 23 yıllık vahiy dönemi boyunca, bazen belli olaylar üzerine bazen de herhangi müşahhas bir olaya gerek kalmadan, “Resulullah ve müminlerin ihtiyaçlarına cevap vermek”
] ve vahiy sürecini tamamlamak üzere parça parça indiği herkesin malumudur. Aslında mesele bu kadar açık ve basit olmasına rağmen, yine de bazı müslüman alimler bu konuda lüzumsuz ve faydasız bir takım münakaşa ve yorumlara başvurmuşlardır. Yazarımızın ifadesiyle, “...bu konuda o kadar çok konuşmuşlardır ki, neredeyse onlardan sonra gelecek kimselere söz bırakmamışlardır.” İşte bu faydasız tartışmalardan biri de, Kur’anın üç inişinin bulunduğu ile ilgili yorumlardır.Yazar, bu tartışmaları şöyle değerlendirmekte ve ilgili haberleri kabul etmemektedir:
“Kur’anın üç inişinin bulunduğu; birincisinin Levh-i Mahfuz, ikincisinin dünya semasında Beyt’ül-İzze’ye ve üçüncüsünün de olaylara uygun olarak taksit taksit indirildiğini söyleyen görüşün senetlerinin hepsi her ne kadar sahih ise de bu görüşe meyledecek değiliz. Çünkü, zikredilen bu görüşler gayp alemini ilgilendirir ki, bu konuda ancak yakin ile sabit olan mütevatir Kur’an ile mütevatir Sünnet hüccet kabul edilir. Bu görüşün dayandığı rivayetlerin senetlerinin sahih olması ona inanmayı vacip kılacak yeterli bir delil değildir. Nasıl bu görüşe inanalım ki, Kur’an ona muhaliftir?! Allah’ın Kitabı, sadece vahyin müteferrik zamanlarda ve taksit taksit olduğunu sarahaten anlatmaktadır. Kur’andan açıkça anlaşılan; onun taksit taksit indirilmesi, kasideyi topluca dinlemeye alışık olan ve bir kısmı Tavratın toplu olarak geldiğini duymuş bulunan müşriklerin itirazlarına konu olmuş, neden taksit taksit geldiği hususunu dillerine dolayıp bir defada toplu olarak indirilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Yüce Allah, el-Furkan suresinde bu itirazlarını zikrederek onlara cevap verir:
“Bir de kafirler dediler ki: ‘Kur’an ona toptan indirilseydi ya!’ Biz, onu kalbine iyice yerleştirelim diye böyle ayet ayet indirdik(topluca indirmedik ve onu güzel bir şekilde beyan edip ayet ayet okuduk. (Ey Resulüm, müşriklerin) sana getirdikleri tuhaf ve batıl bir soruları yoktur ki, hak olan cevabını ve en tefsirini getirmiş olmayalım.”
Yazar, konuyla ilgili dipnotta da şöyle demektedir:
“Görünen o ki, cumhur bu görüşe meylediyordu. Çünkü ez-Zerkeşi, bu görüşle ilgili olarak şöyle demektedir: “En meşhur ve sahih görüş bu olup çoğunluk ona kail olmuştur.” (el-Burhan, 1,229) İbni Hacer de “Feth’ül-Bari” isimli eserinde görüşün “sahih ve mutemet” olduğunu belirtmektedir. Ama, yukarıda da belirttiğimiz gibi Kur’anın sarihine muhalif bulunduğundan onu benimsemiyoruz.”
Yazarın bu konuda söylediklerinin önemli olduğunu düşünüyorum. Zira, demek ki, açıkça Kur’ana aykırı olan bir konuda sahih hadis bulunsa dahi, sahih hadisin ravilerinin hata yapma ve yanılma ihtimali bulunduğu ve ğaybi konularda ancak Kur’an ve mütevatir Sünnet hüccet kabul edildiği için, bu hadisle amel edemeyiz. Diğer önemli bir nokta da, yazarın bu hadisle amel etmemesinin sebebi, hadisle bildirilen görüşün “Kur’anda bulunmaması/yer almaması” değil, doğrudan “Kur’ana aykırı olması”dır. Bu ikisi arasında önemli bir fark olduğunu bir başka vesileyle belirtmiştik.
Tedricilik (Aşama) Bütün Hükümler İçin Genelleştirilemez!
Bilindiği gibi Yüce Allah Kur’anda, bilinen hikmetlere binaen bazı hükümleri bir defada değil, tedrici olarak koymuştur. İçki ve kumar yasağı ile ilgili ayetler buna örnek olarak verilebilir. Yazarın, bu çerçevede üzerinde önemle durduğu bir konu, tedricin bütün hükümleri kapsamadığı ve bunu genelleştirmenin yanlış olduğudur. Yazara göre, “tedric, içki ve kumar gibi geleneklerle ruhi hastalıklarda ve esirleri köle edinme gibi ictimai ve devletler hukukunu ilgilendiren meselelerde sözkonusudur.” Zina, adam öldürme, hırsızlık, insanların mallarını haksız yere yeme gibi hususlarda tedric olduğunu söylemek doğru olmaz. Çünkü, bu hususlardaki yasakların daha sonra olması, “ihtiyaç zamanına kadar hükmü erteleme” olarak nitelendirilebilirse de tedricle bir ilişkisi yoktur. Yüce Allah, bunlarla ilgili hükmü dilediğinde bir defada koymuştur. Yazar, konuyu genişçe ve örneklerle açıklamaktadır.
Kur’anın Yedi Harf Üzere İnmesi
Kur’an tarihi ile ilgili kitaplarda tartışılan konularından biri de Kur’anın yedi harf üzere inmesidir. Gerçi çok güncel ve pratik hayatı ilgilendiren bir konu olduğu söylenemez ama, yine de özellikle bazı müsteşrikler ve kötü niyetliler tarafından istismar edildiği anlaşılmaktadır.
Çeşitli yollardan rivayet edilen sahih hadislerde Resulullah, Kur’anın yedi harf üzere indiğini belirtmiştir. Bu konuda Hz.Ömer’den rivayet edilen uzunca bir hadis vardır. Ayrıca, Kur’anın yedi harf üzere nüzulü hadisi, sahabeden sayılamayacak kadar büyük bir topluluk tarafından da rivayet edilmiştir.
Kur’anın, kendisi üzere indiği yedi harfin neyin kastedildiği konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bazıları,bununla özellikle “yedi” sayının değil, “çokluk” kastedildiğini iddia etmişlerdir. Yazarımız buna karşı çıkmakta, bu kabil düşünenleri, “hadislere aldırış etmeyen yahut onları zahirlerinden başka manada kullanmakta işi acele getiren” kişiler olarak tavsif etmektedir:
“...Burada hasrı uzak görenler, tevatür derecesine ulaşan nasslardan kaçınmada aşırı gitmektedirler. Kaldı ki, nassların “yedi” sayısını çokça zikretmeleri “yedi” sayısının kastedilmediğini akıl dışı bırakmaktadır. Özellikle hadis, direkt olarak vahyi ve nüzulünü konu ediniyorsa. Bu gibi durumlarda Resulullah, haberi kapalı olarak anlatmaz ve mefhumu olmayan bir sayı zikretmez. Sahabe alimleri, itikatla ilgili olan bir hususta böyle bir şey nakletmemişlerdir.”
Yazar, bu düşünceleri yanlış bulup kabul etmemesine rağmen, bunları garipsemediğini belirtmekte, ancak bir kısım batıni yorumlara şiddetle karşı çıkmaktadır:
“(...) Bazı alimlerin hiçbir delile dayanmaksızın kimsenin ileri sürmediği ve kendilerince yedi harf hadisini derin ve batıni bir tefsirle tefsir ettiklerini sandıkları asılsız mefhumlara meyletmelerini yalnız garipsemekle kalmıyor, aksine onları şiddetle reddediyoruz. Bu iddialardan biri, bununla yedi ilmin kastedildiğidir: “İnşa ve İcad ilmi, tevhit ve tenzih ilmi, zat sıfatları ilmi ile fiili sıfatlar ilmi, affetme ve azaplandırma sıfatları ilmi, haşir ve hesap ilmi ve gaybi haberler ilmi.”
“Bu neviden diğer bir iddia yedi harfle şu yedi şeyin kastedildiğidir: “Mutlak ve Mukayyed, âmm ve hass, nass ve müevvel, nasih ve mensuh, mücmel ve müfesser, istisna ve kasemler.”
Yazar, buna benzer başka görüşleri de naklettikten ve reddettikten sonra kendi görüşünü ortaya koymaktadır:
“O halde Resulullahın bu nevi kıraatlerde çerçeveyi genişletmesi, özel bazı durumlarda bazı fertler için kolaylık göstermekten başka bir şey değildir. Resulullahın ispatı ve vahiy katiplerinin tespiti ile bu gibi durumlarda izin verilen hususlar sayılı kelimelerde olup tevatür yoluyla bize gelmiştir. Tevatür yoluyla gelmeyenler, sahih ahad rivayetlerle gelse bile reddedilir. Çünkü, bir şeyin Kur’andan olduğunu ispatlamak için tevatür kaçınılmaz bir şarttır.”
”..Bu yedi harften maksat -Allahü a’lem- bu ümmet için kolaylık gösterilen yedi vecihtir. Okuyucu bu yedi vecihten hangisiyle okursa isabet etmiş olur.”
Yazar, daha sonra, bu yedi harfle ne anlaşılması gerektiğini örnekleriyle beraber ortaya koymaktadır..
Kanaatimce buradaki önemli nokta, yazarın, yedi harfle ilgili sahih rivayet olduğu için, bunun dışındaki her türlü düşünceyi reddetmesi, hadisi zahirinin dışında yorumlamaya karşı çıkması ve meseleye mutlaka İslami gelenek ve kültürel mirasımız içinde bir çözüm bulmaya çalışmasıdır.
KUR’AN İLİMLERİ
Ayetin İnişine Sebep Olan Olaylar (Esbab-ı Nüzul):
Kur’anı doğru bir şekilde anlamak, yorumlamak ve hüküm çıkarmak için bilinmesi zorunlu olan ilimlerden biri de budur. Ancak bu, her ayetin mutlaka bir iniş sebebi bulunduğu anlamı gelmez; sadece, belli bir sebebe binaen nazil olan ayetin doğru anlaşılması ve yorumlanması açısından çok önemlidir. Bu yüzden, esbab-ı nüzul, “geçmiş milletlerin peygamberleriyle olan olaylarını konu edinen, yahut bazı geçmiş tarihi olayları anlatan veya gaybi gelecek haberlerini anlatan ya da kıyametin kopmasını, kıyamet sahnelerini veya cennet ve cehennem ahvalini anlatan ayetler”i kapsamaz. Keza, ahlaki düsturları koyan veya insanları bunlara yönlendiren ayetlerin çoğunun da esbab-ı nüzulün kapsamı dışında kaldığını söylemek mümkündür. O halde nüzul sebebi, “kendisi sebebiyle, onu içererek yahut ona cevap olarak veya hükmüne mebni olarak ayet veya ayetlerin indiği şey”dir. Öyle ise, Kur’an ayetlerini bu açıdan ikiye ayırmak yanlış olmaz: Nüzul sebebiyle ilişkisi olanlar ve olmayanlar.
Bazı âyetlerin nüzul sebebinin bilinmemesi İslam’ın ilk asrında bile çok tehlikeli anlamalara sebebiyet vermiştir.Rivâyete göre, Osman b. Mazun ve Amr b. Ma’dikerb, “iman edip de güzel güzel amel ve hareketlerde bulunanlara tattı klarından dolayı hiçbir suç yoktur.” (el-Maide, 93) âyetine bakarak içkinin mübah olduğunu iddia etmişlerdir. Âyetin niçin nazil olduğunu bilselerdi böyle bir iddiaya cür’et etmelerine imkan yoktu. Âyetin nüzul sebebi ise şu idi: İçkinin haramlılığı, şeytan işi ve murdar olduğu el-Maide suresinin 90. Âyetiyle kat’i olarak ilan edilince, bir kısım Sahabe: Ya Rasulullah, ya bundan evvel vefat eden ve şarap içmiş bulunan kardeşlerimizin Âhirette hali ne olacak? deyince; Cenab-ı Hak bu suale cevap mahiyetinde mezkur âyeti indirmiş ve bu kimselerin affa mazhar olduklarını bildirmiştir.
Nüzul sebebinin bilinmesi ayetin doğru anlaşılmasını temin ettiği gibi, bilinmemesi de yanlış anlaşılmasına sebep olabilmektedir: Mesela, “Doğu da Batı da Allah’ındır, nereye dönerseniz Allah’ın yönü orasıdır. Doğrusu Allah her yeri kaplar ve her şeyi bilir”(el-Bakara 115) âyetinden ilk akla gelen, insanın namazda dilediği yöne yönelebileceğidir. Halbuki nüzul sebebi bilindiğinde âyetin getirdiği mesaj da kendiliğinden anlaşılır: Mü’minlerden bir grup zifiri karanlık bir gecede namaz kılmış ve kıblenin hangi tarafta olduğunu kestirememişlerdi. Onun için her biri ictihadına uyarak durduğu yöne namazı kılmıştır. Yukarıda âyetle, Allah onlardan hiç birinin amelini boşa çıkarmamış ve ka’beye yönelmemiş olsa bile sevabını vermiştir. Çünkü o zifiri karanlıkta kıblenin hangi tarafta olduğunu bilme imkanına sahip değildiler.
Yine, nüzul sebebi bilinmediğinde herhangi bir anlam verilmesi mümkün olmayan ayetler de vardır: Mesela, Yüce Allah’ın, “Evlere arkalarından girmek iyilik değildir. İyilik, Allah’tan korkanın iyiliğidir. Evlere kapılarından girin ve Allah’tan korkun ki, başarıya eresiniz, umduğunuzu bulasınız.” (el-Bakara, 189) âyetini okuyan kimse, ilk anda şaşırır ve “evlere tabii ki kapıdan girilir zaten başka bir yerden giren mi var?”diye düşünür ve âyete bir anlam veremez. Halbuki bu âyet, cahiliyedeki bazı Arapların alışkanlıklarına atfettikleri kutsiyetin iptali ile ilgilidir. Kendilerini “Ahmesi” olarak tavsif eden asilzadeler evlerine kapıdan değil, arka taraftan bir delik açarak girerler ve bunu da bir üstünlük alameti olarak kabul ederlerdi. Kur’an onların bu Batıl inanışlarının yersiz olduğunu belirtmiştir.
Nüzul sebepleriyle çok yakın alakası olan bir konuda ayetler arasındaki uyumdur.
Yazar, bütün bu konulara kitapta büyük bir vukufla temas etmiş, gerek nüzul sebepleri konusunda, gerekse ayetler arası uyum konusundaki tartışma ve münakaşaları özetleyerek, bunların tenkidini yapmış ve muhakkik alimlerin ortaya koyduğu ölçüleri kitabında uygulamıştır. Biz yine, örnekleri aktarmadan, sırf nüzul sebeplerine uygulanacak metodları aktarmakla yetineceğiz.
Esbab-ı Nüzulü bilmenin yolunun, “Hz. Peygamberin açıklamaları ve özellikle Sahabeden gelen rivâyetler” olduğunu belirten yazar, “bir rivâyetle ilgili nüzul sebeplerinin birden fazla olması durumunda bu rivâyetler arasından tercih yapmak ve hangi âyetin hangi olay sebebiyle indiğini tespit etmek için alimlerin gâyet hassas bazı ölçüleri bulunduğunu” belirterek bunları şöyle sıralamaktadır:
a) Bir ravi, “bu ayet şunun hakkında inmiştir” derse ve başkası da başka bir şey hakkında indiğini söylüyorsa, bu taktirde lafız iki görüşe de muhtemel ise ikisine hamledilir ve bunda bir çelişki yoktur. Değilse, görüşlerden hangisine delalet ediyor ve sözün gelişi hangisi için daha uygun düşüyorsa, o tercih edilir. Ama, ravilerden biri, açık bir şekilde “ayet şu hususta inmiştir” demişse, o zaman ona hamledilir ve o takdim edilir.
b) Şayet sahih iki rivâyet bulunur ve aralarında bir tercih yapamazsak, aralarını bulur ve âyeti bu iki sebebe bağlarız.
c) Şayet her iki rivâyet sahih olup aralarında bir tercih yapamadığımız gibi olayların vukuu arasında geçen zaman uzun olduğundan ikisini cem’etme imkanımız yoksa, âyetin iki defa indiğine hüküm veririz.
d) Şayet her iki rivâyet sahih olur ama ya birinin diğerinden daha sahih olması, yada birinin râvisi bizzat olayı müşahede ettiği halde, diğerinin müşahede etmemiş olması sebebiyle, rivâyetlerden birini tercih edebiliriz. Hiç şüphesiz bu durumda nüzul sebebi tercih edilen ve daha sahih olan rivâyet alınır.
e) Başka sahih rivâyet bulunduğu halde ondan daha sahih ve ona göre tercih edilen bir rivâyet bulunduğu için sahih olan bir rivâyet terk edildiğine göre, o rivâyetlerden biri sahih olup diğeri sahih olmadığında sahih olanın tercih edileceği tabiidir.
MEKKİ-MEDENİ
Kur’an ilimleri ve tefsir usulü kitaplarında genişçe ele alınan bir konu da budur. Yazar da kitapta en geniş yeri bu konuya ayırmıştır. Bilindiği gibi, Kur’an Mekke’de –deyim yerindeyse- fertlere hitap ediyordu; Medine’de ise bir topluluğa...Bu yüzden Mekke’de inen surelerin bütün ayetlerinde , “...vahiy ve din, Allah’ın kudreti ve rahmetinin eserleri, birinci dirilişe kıyasla ikinci dirilişin delillendirilmesi, kıyamet sahnelerinin tasvirleri, daha önceki yalancıların uğradıkları musibetlere benzer musibetlerle müşriklerin uyarılması, mesuliyet, sevap ve ceza düşüncesinin pekiştirilmesi, Peygamber ve müminlerin karşılaştıkları musibet ve belalar karşısında önceki kardeş peygamberlerin uğradığı sıkıntılar anlatılarak teselli edilmeleri, inanç kurallarında din birliği açıklanarak bu davanın alemşümulluğuna işaret edilmesi” gibi konular işlenmiştir. Medine’de inen ayetlerde ise -her şeyiyle İslam’ı kabullenmeye hazır bir topluluğa hitap ettiklerinden- farklı ölçülerde de olsa “...ibadetlerle muamelat, helal ile haram, şahsi hallerle devletler arası hukuk, siyasi ve iktisadi durumlarla barış ve savaşı ilgilendiren meseleler ve savaş vakaları gibi pek çok şer’i hakikat” işlenmektedir. Ayrıntılı bilgi için ilgili kitaplara bakılabilir.
Yazar, Mekki sureleri, konuları ve getirdikleri mesaj itibariyle çok geniş olarak ele almış, bazı ayetlerle ilgili tefsir kitaplarında ileri sürülen görüşlerin çoğunun “karanlığa taş atmak” olduğunu, “bazı konularda tefsir kitaplarına müracaat etme ihtiyacı duymadığını” belirtmiş, müsteşriklerin çeşitli iddia ve saptırmalarına cevap teşkil edecek açıklamalarda bulunmuş ve ayetlerle ilgili önemli tespit ve yorumlarda bulunmuştur. Bu tespit ve yorumları ayrıntılı olarak aktarmaktan sarf-ı nazar edip, sadece Kur’andaki ayetlerin doğru anlaşılması ve yorumlanmasında bu değerlendirmelerin ölçü alınabilecek değerlendirmeler olduğuna işaret ederek okuyuculara ilgili kitaba bakmalarını tavsiye ediyorum.
SURE BAŞLANGIÇLARI (HURUF-U MUKATTA’A)
Kur’andaki bazı sureler hece harfleriyle başlamaktadır. Bu harflerin ne anlama geldiği Kur’an tarihi ile ilgili kitaplarda uzun uzun tartışılmıştır. Yazar S. Salih, kitabında bu tartışmaları özetlemekte ve gerektiğinde şiddetli bir şekilde tenkit etmektedir. Mesela, bu harfler üzerinden, günümüzde “Ebced Hesabı” diye bilenen hesaba dayalı olarak yapılan yorumlarla ilgili şöyle demektedir:
“Bu nevi hesaba dayalı neticeler, “Ebu Cad’ın Hesabı” olarak isimlendirilir ki, alimler şiddetle buna karşı çıkmış ve ondan sakındırmışlardır.İbni Hacer el-Askalani, bu hesabı batıl sayarak ona itimat etmenin caiz olmadığını söyler. İbni Abbasın, Ebu Cad hesabından sakındırdığı ve onu sihir cümlesinden saydığı sabittir. Aslında bu uzak da değildir. Bu hesabın şeriatta yeri yoktur.”
Daha sonra, mutasavvıfların bu konudaki görüşlerinin “garip ve giriftliğine” dikkat çeken yazar, İbn’ül-Arabi’nin düşüncelerini aktardıktan sonra şöyle diyor:
“Sofilerin bu şatahatı, kendi özel görüşlerini haber verir. Çünkü sadece kendi zevk ve vecdlerine dayanır. O halde bu gibi görüşler surelerin başlangıçları hakkında İslami tefsirle ilgili doğru bir düşünce vermekten uzaktır.”
Bu harfler üzerinde yapılan çeşitli yorumları aktardıktan sonra yazar, bunların, “şahsi te’villerden ibaret olup, te’villerde bulunanın kendi heva ve hevesinden kaynaklandığını” belirtmektedir.
Daha sonra, “Kur’anın ilk muhatapları olan Arapların, kasidelerinde “fevatih” (açanlar) denen bu gibi “tenbih edatları” kullandığını, Kur’anın da, alışık oldukları bu yöntemle onlara hitap ettiğini”, bu harflerin Hz. Peygambere yönelik böyle bir tenbih olduğunu savunan düşüncelere kısaca temas eden yazar, Reşit Rızanın bu tenbihin peygambere yönelik olmasını kabul etmediğini, tenbihin Mekke’de müşriklere, Medine’de yahudi ve hıristiyanlara yönelik olduğunu savunduğunu aktararak, bu düşüncelerin Reşit Rıza tarafından daha da geliştirilmiş ve olgunlaştırılmış olanını doğru olarak kabul etmektedir:
“Bizce bazı Kur’an surelerinin huruf-u mukatta’a ile başlamasının maksadını izah etmek bakımından en açık ve tutarlı görüş Reşit Rızanın görüşüdür.Onun için ifadesini aynen alıyoruz: Gayesi ikna etme ve etkilemeyle birlikte meramı ifade edebilme olan hüsn-ü beyan ve belagattan biri de, muhatabı söylenecek sözün önemi ve ilk hedef konusunda uyarmaktır. Konuşmacı diler ki, dinleyici, anlatmak istediğinin hepsini anlasın ve nihai derecede onu etkilesin. Bu sebeple sözlerinden bir şey kaçırmasın diye onu uyarır. Araplar tenbih “h”sını ve istiftah edatını bunun için kullanırlar. Belagat ve beyanda icaz derecesine ulaşmış olan, ıslah ve hidayette önder olduğu gibi bu hususlarda da örnek durumda olması gereken Kur’anın, Arapların bu kullanışlarına ilavelerde bulunmasında garipsenecek bir husus var mıdır?”
“Sure başlangıçlarındaki bu harfler, müşriklerle Ehl-i Kitabı, kendilerine anlatılacaklardan bir şey kaçırmamaları için bir uyarı idi.”
BİR AYETİN DİĞER BİR AYETİN HÜKMÜNÜ KALDIRMASI
(NASİH VE MENSUH
Kur’an ayetlerinin ve Kur’andaki hükümlerin anlaşılması ve yorumlanmasında dikkate alınması gereken çok önemli bir nokta da nasih ve mensuhtur. Yazar, bunun “vahyin nüzulünde bir nevi tedric” olarak kabul edilebileceğini belirtmektedir.
Nesh, günümüzde de önemini kaybetmeyen tartışma konuları arasındadır. Yazar S. Salih –her konuda yaptığı gibi- neshle ilgili bütün tartışmaları aktarmakta, kendince yanlış bulduğu düşünceleri de tenkit edip reddetmektedir. Ebu Müslim el-İsfahani’ye kadar neshin mevcudiyetini inkar eden kimsenin bulunmadığına temas eden şöyle demektedir:
“...Ebu Müslim el-İsfahani ve benzerleri neshle tahsisi birbirine karıştırıp kendi uydurdukları tahsis lafzını Kur’anın açıkça zikrettiği nesh lafzına tercih etmekle Allaha karşı edeplerini takınmamışlarsa, neshin var olduğunu söyleyenler de bu hususta aşırı gitmişlerdir. Onlar da, tahsis edilen âmlardan bir çoğunu mensuh saymışlar ve nesh ile beda’yı, nesh ile unutturmayı ve hükümlerin neshi ile haberlerin neshini birbirine karıştıranların önüne kapıyı ardına kadar açmakla Allaha karşı kötü edep içerisine girmişlerdir.”
Nesh konusundaki aşırılıklara örnekler veren yazar, “...tek ayeti bölümlere bölerek, ayetin evvelinin mensuh ve son bölümünün de nasih olduğunu söylemelerinin, Kur’anın ortadan kaldırdığı cahiliyet âdet ve geleneklerinin neshle irtibatlandırılmasının, mensuh ayetlerin sayısını çoğaltmak için, -bir şeyin Kur’andan olduğunu ispat etmek için asla yeterli olmayan- bazı ahad haberlere başvurulmasının, nasihin de neshedilebileceğini iddia etmelerinin...” bir mübalağa, aşırılık ve zorlanmadan başka bir şey olmadığını ayrıntılı olarak açıklamaktadır.
Nesh ile tahsis, nesh ile nes’, nesh ile insa, nesh ile bedâ ve haberlerin neshi ile ahkamdaki nesh arasındaki çok ince farkları ayrıntılı olarak ortaya koyan yazar, bir taraftan nesh konusunda aşırı gidenleri tenkit etmekte, diğer taraftan da neshin mevcudiyetini ve vukuunu kabul etmeyenleri şiddetle reddetmektedir. Daha çok, neshte aşırı gidenlerin düşüncelerinden örnekler veren yazar, kendi düşüncelerini nihai olarak şöyle özetlemektedir:
“...Kur’an ayetlerinin hepsinde asıl olan nesh değil, muhkem olmaktır.Ancak apaçık bir delil bulunur ve ondan başka bir çıkar yol bulunmadığında nesh sözkonusu olur.Muhakkik alimler, mensuh olduğu söylenen ayetleri çeşitli yönleriyle araştırarak sayılarını nihayet çok az bir miktara indirmişlerdir. Hatta başkaları, bu az sayının kendisine de tahkik ederek bunlardan bir kısmının da muhkem olup neshle ilgisinin bulunmadığını söylemiş ve mensuh sayısını daha az sayıya hasretmişlerdir. Mesela, es-Suyuti, bazıları ihtilaflı olmak üzere yirmi bir ayette neshin sözkonusu olduğunu söyler Daha sonra İsti’zan ile Kasame ayetini bunlardan istisna edip esahha göre bunların muhkem olduklarını belirtir.Böylece ona göre mensuh ayetlerin sayısı ondokuzdan fazla değildir. Şayet konuyu uzatmamış olsaydık, ayetleri teker teker ele alacak ve bunlardan mensuh olmaya elverişli olan ayetlerin on ayetten fazla olmadığını görecektik.”
KUR’AN TEFSİRLERİ
Tefsirlerle ilgili “tefsir Tarihi” kitaplarında geniş bilgi bulmak mümkün... Fakat, biz burada, -fazla ayrıntıya girmeden- Arap Dili ve Edebiyatına hakim biri olarak yazarın bazı tefsirler hakkındaki kanaatlerini aktaracağız.
Yazar, Kur’an tarihi ve tefsirle ilgili özet bilgiler verdikten ve “Rivayet Tefsiri” ve Dirayet Tefsiri” olmak üzere başlıca iki tefsir çeşidinin özelliklerini, kitapları ve metodlarını kısaca tanıttıktan sonra, İslami fırkaların tefsirleri ili ilgili olarak şöyle demektedir:
“Çeşitli İslami fırkaların tefsirleri –hakikatte- re’y tefsiri içerisinde mütalaa edilirler. Ancak kınanmış olan kısma girerler. Çünkü, bu tefsirlerin müellifleri onları sırf hevalarını desteklemek veya özel zevklerine yardımcı olmak gayesiyle telif etmişlerdir. Mutezile ile tasavvuf ehlinin ve batınilerin tefsirleri bu tefsir çeşidine girer.”
Bu nevi müfessirlerin eserlerinden alıntılarda bulunan yazar, tasavvufi tefsirin temsilcilerinden Muhyiddin İbn’ül-Arabi’den kısa örnekler verdikten sonra bunları şöyle yorumlamaktadır:
“...Bir nevi sezgi üzerinde kaim olan duygusal zevk bu açıklamalara hakimdir. Bundan dolayı bu açıklamalarda sebepsiz yere bir çok kapalı ifadeler bulunmaktadır. Din ise, zevk sahiplerinin zevklerine ve coşkun kimselerin coşkularına dayandırılamaz.”
“Kur’anın zahirine ters bulduğu” tefsir çeşitlerinden ”işari tefsir”lerden de örnekler veren yazarın kesin olarak redettiği tefsir ise “batıni tefsir” denen tefsir çeşididir:
“...Batıni tefsirlere gelince, onların şeriatın temeline ve dil kurallarına ters düşen bozuk tevillerden başka bir şey değildir. Batıni tefsirler, tasavvufi tefsirlerle işari tefsirlerden daha çok Kur’anın anlatımından uzaktır. Her ne kadar hepsi Kur’anın zahirine ters ise de...”
GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Büyük bir kısmından sarf-ı nazar ederek, kitaptan aktardığımız bu bilgilerden, okuyucularımızın rahatlıkla şu sonuçlarını çıkarabileceklerini düşünüyorum:
1- Yazar, Sünnete son derece bağlı, hadisin her konuda teşri’ salahiyeti olduğunu kabul ettiği, hüküm koyma bakımından Kitap ile Sünnet arasında bir fark olmadığına inandığı halde, Sünnetin de –aynen Kur’an gibi- vahiy olduğunu, Cebrail’in Kur’anı getirdiği gibi Sünneti de getirdiği ile ilgili düşünceleri doğru bulmamakta ve vahiy hadisesinin sadece Kur’ana mahsus olduğunu kabul etmektedir.
Kanaatimce, Sünnetin vahiy olarak kabul edilmesinin ona verilecek değerden ayrı düşünülmesi gerekmektedir. Zira, Sünnetin –Kur’an gibi- vahiy kabul edilmesi, hadislerle ilgili –bizzat en samimi muhaddislerce de kabul edilen- problemlerin yok sayılması anlamına gelir; zira, vahiyde böyle bir problem olması sözkonusu olamaz. (“Problem”i mutlaka olumsuz bir anlamda kullanmıyorum ama, hadis problemlerini konu edinen kitaplara bakılırsa, ne demek istediğim daha iyi anlaşılır!)
2- Kur’anın açıkça zikrettiği bir kavramı, hiç gereği yokken, bilinen zahir manasının dışında yorumlamak ve bu bilinen manaya aykırı yorumlarda bulunmak doğru değildir ve bunun hiçbir faydası da yoktur. Nasih-Mensuh meselesinde olduğu gibi. Bu problem, mutlaka İslami gelenek içinde çözülmelidir.
3-Yazarın bir başka kitabındaki ifadesiyle, “...apaçık bir Arapçayla vahyedilen Kiur’ani malumatla, ince sezgilerin, vecd hallerinin ve keşfin bir münasebeti yok!”
Kur’an, Allah’ın apaçık kelamıdır. Onda, sarih olarak yer almayan hiçbir düşünce, kendisi dayanak yapılarak savunulamaz. Öyle ise, “Kur’anda saklanan tarihler olduğunu” veya “Kur’anın şifresini çözdüğünü” söyleyen bütün şarlatanların bu hezeyanları kesinlikle ve şiddetle reddedilmelidir.Ne böyle bir şifre var, ne de saklı bir tarih!
4- Kur’ana aykırı olan herhangi bir düşüncenin kabul edilmesi mümkün değildir. Bu sahih hadisle sabit olsa bile bu böyle...Çünkü, hadisin ravisinin hata etme ve yanılma ihtimali her zaman sözkonusu olabilir. (Tekrar dikkat çekmek ihtiyacını duyuyorum: Kur’anda bulunmaması ya da yer almaması değil, “Kur’ana aykırı olması”ndan sözediyoruz!)
5- Yine, hakkında, -zahirinden başka bir anlama hamledilmesini gerektirmeyecek şekilde apaçık- sahih hadis -veya hadisler- bulunan bir konuda, şu veya bu şekilde batıni yorumlara gitmek veya hadisleri zahirlerinin dışında yorumlayıp onlara farklı manalar vermek doğru değildir; zira, böyle yapanlar, bir problemi çözdüklerini zannederken, kendileri bir çok problemin kaynağı olurlar. (Sure başlarındaki harflerle ilgili tartışmalar ve zorlanmalarda olduğu gibi.) Bu konularda yine mutlaka İslami metodoloji ve gelenek içinde bir çözüm bulunmalıdır.
Tekrar belirtelim ki, Kur’an ilimleri kitabının, dikkatle defalarca okunmaya ve tetkik edilmeye değer çok önemli ve farklı bir kitap olduğuna inanıyor, Kur’anın doğru anlaşılması ve yorumlanmasında büyük katkısının olacağını düşünüyor ve bütün kitapseverlere tavsiye ediyorum.

Hiç yorum yok: