24 Nisan 2007 Salı

''BİLGİ-DÜŞÜNCE-EYLEM DENKLEMİ'' SORUNU

Gerek insanlığın ve gerekse, genelde İslam dünyasının, özelde Türkiye'nin günümüzde karşı karşıya bulunduğu sorunların temelinde, "Bilgi-Düşünce-Eylem Denklemi" kuramama probleminin yattığını düşünüyorum. Ve maalesef bu coğrafyanın insanları olarak, sorunları, insani, makul bir düzlemde algılamamız ve ona göre çözmeye çalışmamız gerekirken, ya komplo teorilerine sığınıyoruz veya olan-biteni akılla bağdaştıramayınca akıl üstü sebepler arıyoruz. Çünkü, bugün karşı karşıya olduğumuz herhangi bir olgu/sorun (kişisel gözlem, hatıra ve deneyimleri konumuzun dışında kabul edecek olursak), ya "din"in (ve inancın) konusudur veya "bilim"in alanına girmektedir. Tarih boyunca olduğu gibi, günümüzde de asla olmaması gerektiği halde, kendi yanlış algılama ve yorumlamamız sonucunda toplumda gerilim alanı oluşmasına sebep olan dinamiklerden biri de "din"dir; daha doğrusu, dinin yanlış anlaşılması ve yorumlanmasıdır; kısmen de, "din" ile "bilim"in, sahası, sınırları ve ilişkilerinin doğru bir zemine oturtulamamasıdır. Başka şekilde ifade edecek olursak, hem din ile bilim, müdahale etmemeleri gereken alanlara müdahale ettirilerek bir gerilim alanı oluşturulmakta ve hem de bizzat dinin kendisi, kimi konularda yanlış anlaşıldığı ve yorumlandığı için gerilim nedeni olmaktadır. Bilindiği gibi din; bir "inanç" konusudur, temeli peygamberler vasıtasıyla gelen kutsal kitaplara, yani vahye dayanır. Dinin talimatlarının/konularının -deyim yerindeyse- deneysel olarak "test" edilmesi, laboratuvarda doğruluğunun araştırmalara konu olması mümkün değildir. Halbuki, bilim; tam tersine, gözlem ve deneye, laboratuvarda doğruluğu test edilmeye açık bir olgudur. Bu iki dinamiğin, aslında birbirlerinin sahasına müdahale etmemesi gerekirken, ne yazık ki, tarih boyunca insanlık bu yüzden çok ağır bedeller ödemiştir. İslam tarihinde Batı'daki kadar olmasa da, özellikle, Batı karşısında teknolojik açıdan geri kalındığının fark edilmeye başlandığı dönemlerde bir takım olumsuzlukların yaşandığı bir gerçektir.Daha doğrusu, ya yönetimi ellerinde tutanların kendi yorumları sebebiyle veyahut da, kendi dönemlerinde egemen olan bilimsel verileri çıkış noktası yaparak bazı fikirler üreten bilginlerin kuramlarının -ümmetin, onlara beslediği büyük ve haklı hürmet yüzünden- "mutlak"laştırılması sebebiyle, yeni bilimsel ve teknolojik buluş ve kuramlara karşı çıkılmış ve bu da, ne yazık ki, "din adına" yapılmıştır.Burada, önemli bir sorun daha kalıyor: Bir şeyin "din"den oluşu veya "bilimsel" oluşunun ölçüsü nedir?Kısaca belirtmek gerekirse, bir şeyin "din"den olduğunun söylenebilmesi için, dinin temel kaynaklarında, tersi hiçbir yoruma yer bırakmayacak kesinlikte ve açıklıkta yer alması gerekmektedir. Ancak, bir şeyin kutsal kaynaklarda yer alıp almadığını ortaya koyabilmek için en önemli nokta, dinin kutsal ve temel kaynaklarının "doğru bir yöntem"le okunması ve yorumlanmasıdır... Ne yazık ki, bu konuda tarih boyunca yaşanan sorunlar var; kutsal kaynakları anlamak ve yorumlamak için sonraki nesillere aktarılabilecek ve her çağda işleyebilir bir "metodoloji" ortaya konabildiğini söylemek zordur...Pratik kolaylık açısından İslam dininin temel kaynağı Kur'an üzerinden devam edecek olursak, örneğin Kur'an, nasıl bir kitaptır; nasıl okunmalı ve yorumlanmalıdır?Klasik anlayış ve yaklaşım, yaklaşık olarak şöyledir: Kur'an, Allah'ın ilahça indirdiği, onda kendi büyüklüğünü,sonsuz ilmini ve kudretini ortaya koyduğu, onunla geçmiş ve gelecek bütün toplumların sorunlarını çözmek için ilkeler koyduğu ve orada kendi ilahlığını ortaya koyarak tüm insanlara meydan okuduğu, tüm çağlara hitap eden, tarihüstü/aşkın evrensel bir kitaptır...Halbuki, Kurânın, "ilahi" bir kitap oluşu elbette tartışma dışıdır; ancak, onun "ilahça" mı, yoksa "insanca" (insan için/insana göre) mi bir kitap olup olmadığını doğru olarak anlamak ve yorumlamak lazım...Gerçek şu ki, Kur'anın bir konu hakkındaki hükmünü anlamak için ayetleri, "tarihsel bağlam"larından ve siyak-sibaktan kopararak, onlara ilk muhataplarının zihinlerinde yer almayan çeşitli manalar vermek doğru değil... Çünkü, böyle yaparsak, Kur'anı, dil de dahil olmak üzere her konuda ilahça kaideler koyan bir kitap olarak, tarihüstü/aşkın bir yere koymuş oluruz... Halbuki, durum hiç de böyle değildir... Daha doğrusu Kur'an, Kelam-ı Kadim değil, Allah'ın iradesinin, "mümkün bir tarih için" indirdiği bir kitaptır...Burada söylemek istediğim şu: İslam tarihi, "zorunlu" değil, "mümkün" bir tarihtir... Yani, durum farklı da olabilirdi...Kur'an ve Hz.Peygamberin daveti karşısında Mekke'lilerin ve diğer toplumların tepkileri farklı da olabilirdi...Uhut, Hendek yaşanmayabilirdi...Ve diğer bir çok olay daha farklı gelişebilirdi...O zaman, şu an elimizdeki Kur'an da daha farklı olurdu, farklı hükümleri içerirdi...Kur'an, ilahi mesajı, belli bir tarih ve toplum üzerinden vermekte, onların dillerini kullanmaktadır...Hatta bazı yerlerde, ilk muhatap toplumun "yanlış dil kullanım"larını bile içine almıştır...Buna, "Zülkarneyn, güneşin battığın yere kadar gitti", ayetini örnek verebiliriz... Burada Yüce Allah, insanlara "güneşin battığı bir yer" olduğunu mu söylüyor, yoksa bir toplumun yerleşik dilini mi kullanıyor? Elbette, ikincisi...Çünkü, Araplar, uzakdoğuyu, "güneşin battığı yer" olarak tanımlıyorlardı... (Başka örnekler de var...)İslam tarihinde bunun yaygın olarak yapıldığını ve Kur'anın, neredeyse her şeyi şifreli olarak içinde taşıyan bir kitap olarak mütalaa edildiğini elbette biliyorum... Yine gözden kaçan önemli bir nokta olarak şunu da vurgulamak istiyorum: Kur'an, her ne kadar bugün elimizde bir kitap olarak duruyorsa, yani bir metin ise de, herkesin bildiği gibi O aslında sözlü bir hitaptır...Yazılı bir metinle sözlü hitap arasındaki fark şu:Yazılı metin, kendi bağlamını kendi içinde taşır; kendi içinde bir bütündür. Sözlü hitapta ise, bağlam, sözün dışında bulunmaktadır ve sözü anlamak için bu söz dışı bağlama ulaşmak, onu okuyacak olanlara kalmaktadır...Kur'anın ilk muhatapları için bu "bağlam" sözün (Kur'anın) içinde zaten vardır, sonraki muhataplar içinse, bu bağlamı kurmak, (daha doğrusu ilgili ayeti tarihsel bağlama yerleştirmek) bize kalmaktadır... (Bu noktada, Kur'anın, bir insan tarafından yazılmış veya söylenmiş bir hitap olmaması, İlahi olması sonucu etkilememektedir, çünkü, O, kaynağı itibariyle İlahi olsa da, muhatap insandır ve O, "insana göre" bir hitaptır.) Ne yazık ki, tarih boyunca bu hususun gözardı edilmesinin epeyce yaygın olduğu söylenebilir...Örneğin, biz, bir şeyin İslami olup olmamasını, hakkında bir ayet ya da hadis olup olmaması olarak anlıyoruz.... Halbuki, İslam'ın bir konudaki hükmünü öğrenebilmek için yapılması gereken, açıp o konuyla ilgili bir ayet ya da hadis aramak değildir... Çünkü, İslam'ın bugün bize "ne dediğini" doğru olarak anlayabilmek ve onun mesajını bugüne taşıyabilmek için, öncelikle, ilk "özgün muhatap"ları olan Miladi VII.yy.daki Arap toplumuna "ne dediğini", onları "nereden alıp nereye götürdüğünü" ve onlar için "nasıl bir hedef çizdiğini" doğru olarak ortaya koymak gerekmektedir... Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak, Kur'an ve Sünnet'teki bir metni, aynen "lafız" olarak ele almak ve buna göre yorumlamak, bazen o ayetin "ruhu" ve "vermek istediği mesaj"a tam aykırı da olabilmektedir... Yani kutsal metinlerde "bir şeyden sözeden bir ayet ya da hadis bulunması" ile, o şeyin "bir olgu" olarak varlığı oldukça farklı şeylerdir... Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta da şu: Kur'anın ilk muhatap aldığı sosyal yapı (Ortaçağ sosyal yapısı) uzun asırlar boyunca devam ettiği için, İslami ilimlerin tedvin/teşekkül dönemindeki (ilk üç asır) bilginlerin, ayetlere bugün bizim baktığımız gibi bakmaları ve yorumlarda bulunmaları beklenemezdi... Onlar tabii ki, ayetleri, ilk/özgün muhataplarının anladığı şekilde anlayıp buna aykırı olan tüm yorumları red edeceklerdi...Başka bir şekilde ifade edecek olursak, "peki, bu tür yorumlara İslami gelenek içinde neden hiç rastlanmıyor?" tarzındaki bir sorunun cevabı burada: Çünkü, İslam'ın ilk asrındaki sosyal yapı, neredeyse bütün Ortaçağ boyunca ana hatlarıyla aynı kalmakta devam etmiş ve bizim bugün karşı karşıya kaldığımız gibi köklü değişiklikler ve gelişmeler meydana gelmemişti... Kur'anı, belli bir tarih ve toplum üzerinden hitap eden bir kitap olarak okumak, O'nun vereceği mesajın evrenselliğiyle alakalı bir durum değil...Daha doğrusu, yukarıdan beri açıkladığım şeylerden, "Kur'anın hitapları tarihseldir, bugünkü topluma hitap etmiyor" gibi bir sonuç elbette çıkmaz... Bu sadece ve sadece, Kitap ve Sünnet'in (nass'ların) yapısına ilişkin bir tespittir... Çünkü, eğer, nass'ları, kendi tarihselliği içinde doğru olarak anlayıp yorumlamazsak, onlarla verilen mesajı da bugüne doğru olarak taşıyamayız... Başka bir ifadeyle, Kutsal kaynakları tarihsel-toplumsal bağlamları içine yerleştirmek, onları doğru anlamanın ve verecekleri mesajı bugüne taşımanın yegane teminatıdır...Bugün yorum farklılığı adı altında ortalıkta dolaşan, eyyamcı/günü kurtarmaya yönelik ya da İslami geleneği yok sayan ve nass'ların lafzını bazen tahrif eden, bazen, onlara Arap dilinin asla kaldırmayacağı anlamlar yükleyen tüm düşünceler/istinbatlar, bu tarihsel bağlamdan kaçışın bir ürünüdürler...Bu yazı çerçevesinde bazı örnekler verirsem konuyu daha anlaşılır hale getireceğimi düşünüyorum:Eğer, biz, Kur'andaki hükümlerin tümü üzerinde, istisnasız olarak hiçbir yorum yapmayarak "lafız"dan farklı anlamlar çıkarmaktan kaçınmış olsaydık, belki bu bakış açısının kesinlikle yanlış olduğunu kabul etmek durumunda kalabilirdik...Halbuki, örneğin, "Allah yolunda bağlanıp beslenen atlar" hazırlanmasını emreden ayeti (mealen), çok rahatlıkla "günün silah teknolojisi ve askeri donanım" olarak "lafızdan farklı" anlayabiliyoruz...Keza, bugün, en dindar bir kadın dahi, kimseye 2.eş olarak gitmeyi açıkça kabul edememektedir; hiçbir aile de, kızının 2.veya 3-4. eş olmasını tartışma konusu dahi yapmamaktadır... Keza; kadın dövmeyi erkeğin bir hakkı olarak gören bir ebeveyn veya müslüman kadına rastlamak da neredeyse imkansızdır.... Yine, hiç kimse, faraza, bir savaşta esir düşse, kendisinin "köle", kızının veya ailesinin (evli de olsalar) "cariye" statüsünde olarak değerlendirilmesini değil, kendisine "uluslar arası savaş esirleri statüsü"nün uygulanmasını talep edecektir... Halbuki, elimizdeki kutsal metinler (yani ayet ve hadisler) böyle bir sosyal yapının var olduğu bir dünyada inmiştir ve bütün bunlar asırlarca İslami gelenekte tartışmasız olarak "lafızla uyumlu" bir şekilde anlaşılmış, yorumlanmış ve uygulama da böyle olmuştur...Biz, bütün bunlarda "lafza aykırı" davranabiliyoruz....Başka örnekler de verilebilir... Mesela, Hz.Peygamberin, bundan sonra herhangi bir kadınla evlenmesini yasaklayan ayet, cariyeler konusunda herhangi bir yasaklama getirmemektedir... Bunun anlamı, Allah'ın kendi kulları (hür-köle) arasında bir ayırım yapması ve hür'ü köle'ye üstün tutması olmayacağına göre, bu, sözkonusu ayetlerin üzerine indiği sosyal-kültürel yapıyı ve realiteyi baz aldığının en açık kanıtıdır...Keza, bir suç işlemeleri halinde, cariyelere ve kölelere verilen ½ ceza tarihsellikten ve sosyo-kültürel yapının belirleyiciliğinden başka ne anlama gelir?Eğer biz, bu gibi konularda tartışmasız olarak, lafza aykırı bir yorumu benimseyebiliyorsak, demek ki, bir yöntem ve bakış açısı olarak bunu başka hükümlerde uygulamak da mümkün olabilecektir...Kur'andaki tedric (hükümlerin aşama aşama gelmesi) ve nesh (daha önce konan bir hükmün sonradan kaldırılması) olgusunun bunun en açık kanıtları olduğunu düşünüyorum öncelikle... Ayrıca, Kur'anda, Hz.Peygamberin, Kur'an ayetlerini "dinamik" olarak yorumladığının da kanıtları olduğu kanaatindeyim... Bunun en çarpıcı örneği Mut'a (geçici evlenme) konusudur... Çünkü, bilindiği gibi, belli şartlarda (Hayber savaşından önce ve Mekke Fethinde) Kur'an ve Hz.Peygamber tarafından uygun görülen bir durum, daha sonra, onu nesheden (ortadan kaldıran)bir ayet olmamasına rağmen bizzat Hz.Peygamber tarafından yasaklanmıştır...Burada belki şu husus tedirginlik yaratabilir ilk bakışta: Kur'an, sosyal alanla ilgili hükümlerin bazısını vaz'ederken sözkonusu ayetlerde, "hududullah" (Allah'ın sınırları) deyimini kullanmakta, bazı yerlerde bunları çiğneyenleri, "kafirler/zalimler" vb. olarak tavsif etmektedir...Şimdi buradaki problem şu: Kur'an, bu gibi hitaplarla bize, mutlaka "lafza uygun" bir sosyal yapı öngörüp bunlara uymamızı mı istiyor; yoksa, bu hitaplar, Kur'anın, tüm kutsal metinler gibi, Allah merkezli bir kitap oluşuyla ilgili doğal bir durum mu? Bunların içinde yine hem İslami gelenekte ve hem de bugün "tarihsel" kabul edebileceğimiz (zıhar gibi) veya kendiliğinden ortadan kalkan (Cizye,Haraç, Fey, Kölelik'le ilgili hükümler gibi) hükümler var mı? Buraya kadar verdiğim örneklerin genellikle sosyal alanla, yani muamelatla ilgili olduğunun farkındayım...Zaten, Kur'anın belli bir tarih ve toplum üzerinden mesajını verdiğini söylerken, bunun belli bir konuyla sınırlı olmadığını, kutsal metinlerin yapısıyla ilgili olduğunu söylemiştim...Başka bir ifadeyle, Kur'anın tamamında bütün insanlık durumları göz önünde bulundurulmamış ve bütün insanlığa hitap edilmemiş; sadece evrensel mesaj, belli bir tarihte, belli bir kitleye, onların anlayacağı dil ve şekilde verilmiştir...O mesajı bugüne taşımak bize düşmektedir....Demek ki, Kur'anın yalnızca bir kısmında değil, tamamında hitap ettiği insanların, onların koşullarının, kültürlerinin vs. göz önünde bulundurulduğu;yani Kur'anın bütünüyle verili bir durumu baz alan 'tarihsel' bir hitap olduğunu göz önüne almak durumundayız...Bunu şöyle daha da basitleştirebiliriz: Örneğin, Kur'anın ilk muhatapları olan Arap müşriklerinin "Allah inancı" tam olarak bilinmeden, daha doğrusu, onların Allah hakkında ne kadar yanlış inançlara sahip oldukları, onu hakkıyla idrak edemedikleri, elleriyle yaptıkları putlara taptıkları ya da bunları, kendileriyle Allah arasında bir şefaatçi olarak gördükleri vs. gibi realite tam olarak bilinmeden, Kur'anda "aşırı" derecede ve ısrarla Allahın isim ve sıfatlarına, kudretine, büyüklüğüne yapılan vurguları anlamakta zorluk çekilebilir... Sözgelimi Kur'an bugün nazil olmuş olsaydı, Allah hakkında ortalama sahih bir fikir sahibi olan bu insanlara indireceği kitabında da bu hususları aynı şekilde vurgulama gereği görecek miydi? Bu tarihsel durumu bilmeyen ve göz önüne almayan bir insan, Allahın, Kur'andaki kendi isim ve sıfatlarına olan aşırı vurgu karşısında, (teşbihte hata olmaz) "Ne o, ortada kompleksli biri mi var?" diyebilir.Yukarıdan beri vurgulamaya çalıştığım noktaların gözardı edilmesi sebebiyle çoğu zaman yanlış anlaşılan ve gündemden de hiç düşmeyen çarpıcı bir örnekle, konunun ne kadar hassas olduğuna işaret etmek istiyorum:Örneğin, şöyle bir soru soralım: "Kur'anda kadının dövülmesinin hükmü nedir?"Bu soruya klasik olarak verilecek cevap belli: Evet, Kur'anda bununla ilgili şu ayet var ve bu yüzden Kur'an kadınların dövülmesini onaylamaktadır...(Mealen)"(...)Serkeşliklerinden (sorumsuzluklarından) korktuğunuz kadınlara, önce öğüt verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın/ilişkiyi kesin, (bu da fayda etmezse) dövün!") (Nisa, 34)İlk bakışta, konuyla ilgili bu ayet gereği, soruya verilen cevap "doğru" gibi görünüyor...Gerçekte ise, bu ayeti, kendi tarihsel-toplumsal bağlamı içine yerleştirip öylece okuduğumuzda, yukarıda da ifade ettiğim gibi, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kur'anda kadının dövülmesi ile ilgili bir "ayet" var; ama, "kadını dövme olgusu" yok... Çünkü bu ayet, kadının hiçbir hakkının olmadığı, hatta (kız çocuğu olarak) kendisinden utanıldığı için diri diri toprağa gömüldüğü bir ortamda, evlilik içinde, karısıyla olan bir sorununda ilk tedbir olarak dayağa başvuran o günkü Arap erkeklerine, daha "insani" yöntemler önermekte, dayağa başvurmalarına ancak en son çare olarak izin vermektedir...Yani, bu o toplumdaki erkekleri "mevcut olan"dan "daha insani olan"a sevkeden bir öneridir...Kur'andaki sosyal alanla ilgili hükümlerin çoğu için bu söylenebilir...Sonuç olarak, dinle ilişkisi ne olursa olsun, herkes şu veya bu şekilde toplumsal dinamiklerden en önemlilerinden biri olan dinle veya dindar insanlarla doğrudan veya dolaylı olarak bir ilişki ve iletişim içindedir...Bu itibarla, öncelikle bu dine mensup olanların kendilerine sorup cevaplandırmaları gereken şu gibi sorulara doğru cevap bulmak için sözkonusu dini doğru anlamak ve yorumlamak zorunda olduklarını düşünüyorum...Soru kısaca şudur:İslam dünyası, sahip olduğu nüfus, coğrafya ve tabii zenginlikler, en önemlisi de ilahi kaynağa dayanan bir "değerler sistemi" ile orantılı bir konuma niçin sahip değildir? Niçin, bütünüyle, Batı'nın kültürel değerlerini, dünya görüşünü, yaşam tarzını benimsemiş durumdadır? Dahası, İslam dünyasının her tarafında niçin, yine Batı'da gelişen yönetim sistemleri hakim durumda bulunuyor? Teknolojik açıdan geri kalmışlığın, Haçlı Seferleri, Moğol İstilası, Coğrafi Keşifler, Ticaret Yollarının Değişmesi... gibi bazı dış etkenleri olduğu söylenebilir ama, toplumsal düzen ve siyaset düşüncesi konusunda İslam dünyasını mazur gösterecek hiç bir harici sebep ileri sürülemez. İslam dünyasının, kendi kaynaklarına dayanarak Batı'da ortaya konanlardan her yönüyle daha mükemmel, hatta onlarla karşılaştırılamayacak derecede iyi bir toplumsal düzen ve yönetim sistemi geliştirmesi ve ortaya koyması gerekirken, maalesef, bunu başaramamış; başaramadığı gibi, Batı'yı taklit ettiğini iddia ederek, ama asla Batı'da rastlanmayacak kadar kötü sistemler ortaya koymuştur. Başka bir şekilde ifade edecek olursak, Batı'daki, insan hak ve hürriyetlerini teminat altına alan, iktidarların kansız ve devrimsiz el değiştirmesini te'min eden, herkese eşit oy hakkı tanıyan demokratik sistemlere karşı, İslam dünyasının hâlâ, diktatörlük, askeri rejimler, sokakta bile başörtüsünü yasaklayan baskı rejimleriyle idare edilmelerinin hiçbir makul ve tutarlı izahı olamaz.Bu yazının üzerine bina edildiği ve daha sonra genişçe ortaya koymaya çalışacağı tez/düşünce şudur:İslam dünyasının, hem tarih boyunca ve hem de bugün karşılaştığı bireysel ve toplumsal sorunların/İslam dışılıkların (bazen vahşetin), hatta "öteki" insanlarla yaşadıkları problemlerin, kendilerinden kaynaklanan temel sebebi, İslam'ın "yanlış anlaşılması ve yorumlanması"dır...(Şöyle demek de mümkün: Doğru anlaşılamaması ve yorumlanamamasıdır.) Bu aynı zamanda "değişim olgusu"nun da doğru kavranamaması ve gerektiğinde "içtihat kurumu"nun çalıştırılmaması demektir... Daha doğrusu, "değişim olgusu"nu doğru kavramakla, İslam'ı (özellikle Kitap ve Sünnet'i) doğru anlamak ve yorumlamak arasında doğru bir orantı vardır. İslam, ne kadar doğru anlaşılır ve yorumlanırsa, değişim problemi de o kadar doğru kavranır.Başka bir şekilde ifade edecek olursak;İslam dini, temelde Allah'ın gönderdiği veya bir kısmını, görevlendirdiği peygamberler vasıtasıyla ortaya koyduğu bir din... Bu dinin, şu veya bu şekilde insanların ihtiyaçlarına cevap vermekte yetersiz kalması, onlara yetmemesi, onları mutsuz edecek unsurlar/dinamikler barındırması söz konusu olamaz! Böyle bir şey, eşyanın tabiatına aykırı, akıl ve mantığa zıttır...Bu olamayacağına göre, demek ki, sorun, gönderilen bu ilahi mesajın "doğru anlaşılması ve yorumlanması"nda...Yine, daha sonra genişçe argümanlarımı ortaya koyacağım bir evrensel sorun olarak terör örneğini verecek olursak, şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Şayet, İslam'ın Uluslar arası İlişkiler Kuramı, doğru olarak anlaşılabilseydi ve o konuda kutsal metinlerdeki öğretiler tarihsel/toplumsal bağlamı içine yerleştirilerek doğru okunabilseydi, dünya, el-Kaide ve Taliban gibi bir olguyla karşı karşıya kalmayacaktı.Bu konudaki düşüncelerimi örnekler/olgular üzerinden temellendirip ortaya koymak başka yazıların konusudur...

Hiç yorum yok: