24 Nisan 2007 Salı

IRAK: “DİRENİŞ” Mİ, “ÇILGINLIK” MI?


Bazı konularda fikir beyan etmek gerçekten ateşte yürümek gibidir; çünkü, olayın öyle bir tabiatı var ki, ister istemez bu konudaki düşüncelerinizi açıkça ortaya koymanız gerekir; böyle olunca da, ne kadar iyi niyetli olursanız olun, şöyle veya böyle suçlanmaktan kendinizi kurtarmanız pek mümkün olmaz…Irak’ta olup-bitenler üzerinde konuşmak da sanırım bu dikenli alanlardan biri…
Mâlumu ilama gerek yok: ABD –adeta- elini kolunu sallaya sallaya Irak’ı işgal etti…Şu ana kadar toplam 100.000’den fazla insan hayatını kaybetmiş durumda…İşgalin başladığı günden bu yana da her gün on’larca (bazen yüzlerce) insan hayatını kaybetmekte; onlarcası yaralanmakta, sakat kalmaktadır…
İşgalin neticelenmesinden sonra, hayatını kaybedenlerin bir kısmı da, hatta belki büyük çoğunluğu da, sözümona “direniş” adı altında, genellikle intihar eylemleri tarzındaki çılgınca bazı eylemlerin sonucudur…
ABD, yönetimi fiilen Irak’lılara devrettiği halde, her gün onlarca insanın hayatını kaybettiği, sakat kaldığı çılgınca eylemler devam etmekte ve bu eylemleri yapıp ortalığı kan gölüne ve bir cehenneme çevirenler, kendilerini sözümona “direnişçi” diye nitelendirmektedirler…
Gelinen bu noktadan sonra, özellikle yönetimin Irak halkına devrinden sonra, amacı ve yöntemi ne olursa olsun, bu tür eylemlere girişen insanların akıldan mahrum olduklarını düşünüyorum… Eylem sahiplerinin hala sorunu çözümsüzlüğe mahkum etmek için giriştiği saldırılar, intihar eylemleri, bu insanların kör, sağır, basiretsiz ve ferasetsiz olduklarının tescilinden başka bir şey olamaz…Onları şu ya bu gerekçe ile destekleyen, eylemlerini onaylayan insanların da, bu sorun üzerinde yeteri kadar kafa yormadıklarını düşünüyorum.. Çünkü, bazı konularda “geriye dönük” olarak yapılan tartışmaların, ortaya atılan fikirlerin, akıl yürütmelerin, iddiaların, eylemlerin… vs. hiçbir kıymeti de yok, anlamı da…
ABD, şu anda fiilen Irak’ı işgal edip, zaten meşru olmayan, yıllarca halka bin bir zulmü ve caniliği reva gören ve Irak halkının büyük çoğunluğunun aslında istemediği bir diktatörlük rejimini ortadan kaldırmış bulunmaktadır… Bu rejim, başka yollarla yıkılacağına bu yolla yıkılmış oldu…Gelinen bu noktadan sonra, sözümona “işgal güçlerine karşı direniyoruz” diye, her gün bir çok masum insanın canına mal olan eylemlere girişip ortalığı cehenneme çevirmenin ve sorunu daha da çözümsüzlüğe mahkum etmenin anlamı yok… Biri çıkıp şunu sorar en basitinden: Bu “işgal gücü” de, daha önceki Saddam yönetimi, halkın demokratik yolla seçtiği, milletin temsilcisi olan bir yönetim miydi?
ABD, zaten, yönetimi Irak halkına bırakarak burada kalıcı olmadığını ortaya koymuştur…Irak halkına veya durumdan kendilerine vazife çıkaranlara düşen, sadece ve sadece bu süreci hızlandırmak, buna engel olmamak ve yeni devletin ileride Irak halkına huzur ve barış getirecek bir yapıya kavuşmasını sağlamak için çaba harcamaktır…
Buraya kadar yazdıklarım ABD’nin hem genel anlamdaki emperyalist politikalarını ve sabıkalarını ve hem de bu olaydaki emellerini, estirdiği devlet terörünü, sergilediği vahşeti gözardı ettiğim veya onayladığım anlamına elbette ki gelmiyor… Birisinin, ABD’nin bu konuda yaptıklarını görmemesi veya onaylaması için, insanlıktan nasibinin kalmamış olması lazım… ABD’nin Felluce’de çoluk-cocuk, yaşlı-kadın demeden masum insanların üzerine bomba yağdırıp, onları, çocuklarının cesetlerini evlerinin bahçesine gömmeye mecbur eden, kimi yerde cesetlerini kurda kuşa yem eden barbarca katliamını; Ebu Gureyb hapishanesindeki işkence ve tecavüzleri; direnişçi-sivil gözetmeden insanları katletmesini; yaralı olarak camiye sığınmış çaresiz insanları infaz etmesini vs. onaylamak için hiçbir insani değere sahip olmamak lazım… Fakat, sorun bu değil; daha doğrusu, sorunu buradan tartışarak doğru anlayamayız; en azından yapacağımız tüm tahliller malul olur… Başka bir ifadeyle, ABD’nin ne olduğu ortada; önemli olan bunun karşısında bizim, yani tüm Ortadoğu halkının ne yaptığı ve olan-bitendeki payıdır…
“Hafıza-i beşer nisyan ile maluldur” biye bir deyim var…O yüzden, sorunu daha iyi anlayabilmek ve hafızlarımızı tazeleyebilmek için biraz geriye, ilk Körfez Krizi’ne gitmemiz gerektiğini düşünüyorum…
Bilinenleri tekrarlamaktan sarf-ı nazar ederek ifade etmek gerekirse, bence, İslam dünyası (bunu “halkı Müslüman olan ülkeler” anlamında kullanıyorum), ABD’ye Irak’ı işgal etmek için ilk açık çeki, 1991 yılındaki Körfez Krizinde, “Amerika’nın varlığına fetva” anlamına gelen “Mekke Bildirisi” ile vermişti… İslam dünyasının önde gelen liderlerinin imzasını taşıyan bu bildiri, görünürde, Saddam’ın yeni bir çılgınlık yaparak Kutsal Toprakları da işgal edebileceği ihtimalinden yola çıkarak bunu önlemeye yönelikti; ama, bu bildirinin ABD’ye her istediğini yapma hakkı veren bir açık çek olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek yok…
Diğer taraftan, koşulsuz olarak Kuveyt’ten çekilmesi, aksi taktirde müdahale edileceği ve bunun için bir takvim verildiği zaman; keza,daha sonra işgal öncesinde, Saddam ve ailesinin Irak’ı terk etmesi için süre verildiğinde, “Canımız, Kanımız sana feda olsun Ey Saddam!” diye sokaklarda zil takıp oynayan insanlar ve onları üstülü örtülü veya açıkça destekleyenler, Allah akıl dağıtırken nerdeydiler!
Peki, bu söylediklerim, “Madem ki Ortadoğu halkı ve Irak’lılar bunca yanlışı yaptılar, oh olsun!” anlamına mı gelir?
Elbette ki hayır!
Ne söylemek istediğimi, yazımın başlığına yeniden atıfta bulunarak devam etmek istiyorum:Bütün olan-bitenden sonra şu anda Irak’taki eylemler “direniş” değil, tam bir çılgınlıktır! Çünkü, tekrar belirteyim ki, bazen geriye dönük olarak ortay atılan fikirlerin, iddiaların, eylemlerin hiçbir anlamı da yok, faydası da…Ayrıca, “mümkün olmayan şey için direnmek, sadece ve sadece sürüklenmek”tir… Başka bir ifadeyle “mümkün olabileceklerin de kaybedilmesi” demektir…
Ne demektir bu?
Kısaca şu demek: “Ülkemiz işgal edilmiş, ABD’nin başımıza yerleştirdiği kukla hükûmeti kabul etmiyoruz, kanımızın son damlasına kadar mücadele edeceğiz, işgalcileri ve işbirlikçilerini ülkemizden kovacağız!” türü sözler, iyi bir slogan; ayrıca, düşünce zahmetini ortadan kaldırdığı için de kullanışlı ve cazip; ama, ne yazık ki, toplumsal bir şeye tekabül etmiyor…
Ne, ABD, gelinen bu noktadan sonra, Irak halkından ve dünyadan özür dileyip, mevcut iktidarı uzaklaştırıp Saddam’ı yeniden eski yerine iade eder; ve ne de, direnişçiler, ABD’nin desteğini arkasına alan mevcut hükûmeti, ne kısa ve ne de uzun vadede, gerilla savaşı veya intihar eylemleriyle dize getirebilir!Buradaki durumu, başarılı olmuş diğer direnişlerle veya bağımsızlık mücadeleleriyle karşılaştırmak da sapla samanı karıştırmak demektir!
Eğer intihar veya terör eylemleriyle ülkeyi hem kendileri ve hem de öteki insanlar için cehenneme çevirenler için, birilerinin ülkelerini işgali veya kukla bir yönetimin devlete egemen olması, kendi canlarını haraç-mezat ortaya atacak kadar önemli ve canları da bu kadar “değersiz” idiyse (bunlar pek hoşlandığım şık ifadeler değil ama, başka nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum), Saddam, yıllarca ABD’den çok daha ağır, zalimane ve hiçbir ölçüsü olmayan binbir türlü zulmü ve caniliği Irak halkına reva gördüğünde sokaklara dökülmeli ve halkın egemenliğini zorla eline alan o diktatörden kurtulmanın yollarını aramalıydılar… Keza; Kuveyt’i işgal ettiği ve ABD, Irak’a müdahale için bir takvim verdiğinde, bunun sonuçlarını tahmin edip sokaklara dökülmeliydiler…Yine,en son işgal öncesinde Saddam ve ailesinin ülkeyi terki istendiğinde, bu insanlar, sonucu görerek Saddam ve ailesini buna zorlayacak yollara başvurmalıydılar…
Yapmadılar, yapamadılar, yapamazdılar!...
Neden?
Çünkü (burada çok eleştirileceğini tahmin ederek) biraz şeytanın avukatlığını yapıyormuş gibi bir pozisyona düşeceğim ama başka çaresi yok), ABD’nin zalimliğinin de vahşetinin de, işgalinin de, hatta katliamının da –kendine göre- bir mantığı var; ama Saddam’ın caniliğinin ve yapacağı vahşetin hiçbir ölçüsü olamaz! Başka bir ifadeyle, ABD, şu anda bizzat işgale karşı direnen ve fiilen savaşçı durumunda olan insanları cezalandırmaktadır; ama böyle bir durumda Saddam, o kişilerin yedi sülalesini en gaddar ve acımasız yöntemlerle cezalandıran eli kanlı bir katil, vampir bir diktatördü…(ABD’nin hem daha önceki krizde ve hem de şimdi, uluslar arası savaş hukuku kurallarını ihlal etmediğini elbette söylemek istemiyorum, ama, Saddam’la karşılaştırıldığında yine böyle bir ayırım yapmak gerekir, diye düşünüyorum.) Bu itibarla Irak halkının Saddam zamanında, daha çok kaybeden taraf olmamak adına, bu tür eylemlere girişmemesini bir yere kadar da makul karşılamamız lazım…İşte tam da taşı gediğine koyabileceğimiz nokta: Saddam’a karşı ayaklanmak veya direnmek, nasıl ki mevcut şartlar altında anlamsız ve faydasız, hatta Irak halkına daha pahalıya mal olacak bir teşebbüs ise; gelinen bu noktadan sonra, Irak’ta kurulan yönetime karşı eylemlerde bulunmak da aynıdır…
Olayın başka bir boyutuna geçelim…
Irak halkı bu konuda sınıfta kaldı da İslam dünyası çok mu iyi bir performans gösterdi?
Elbette ki hayır!
Örnek olarak Türkiye’nin bu olayda takındığı tavrı özetleyelim…Sorunu doğru anlamak için yine 1.Körfez Krizinden başlayalım… Bu krizde, Türkiye’nin, Musul-Kerkük petrollerine konmak için Irak’a girmeyi planladığı ve zamanın Genelkurmay Başkanı Org.Necip Torumtay’ın bu yüzden istifa ettiğini bilmek için belgeye filan ihtiyaç var mı? Dahası, stratejik açıdan “Türkiye destek vermese ABD bu operasyona kalkışabilir miydi?” sorusunu da ciddi olarak tartışmak lazım…
Bu konuda kesin bir şey söylemek mümkün olmayabilir ama, şunu diyebilirim kendi adıma: Türkiye isteseydi, o savaşı engelleyebilirdi. Yahut şöyle diyelim: Türkiye’nin desteği olmasaydı ABD böyle bir harekâta kalkışamazdı. Bunu, daha sonra Uğur Dündar’la yaptığı bir röportajda, o zamanki ABD başkanının çok açık olarak ifade ettiğini iyi hatırlıyorum.Dolayısıyla, o savaşta o zaman Türkiye’yi yönetenlerin büyük vebali olduğunu düşünüyorum….
İşgal sürecine gelince… Yine hatırlayalım: 58 hükümet, başından beri bu konuya şöyle yaklaştı: “Problemin barışçı yollardan çözümü için her şeyi yapalım ama, BM kararları ve uluslararası anlaşmalar bizi mecbur bırakırsa -yani gerekirse- savaşa da hazır olalım”
...Ne diyordu hükümet:...Silah denetçilerinin raporu beklenecek;BM kararı çerçevesinde uluslararası meşruiyet durumu ortaya çıkarsa...savaşa girilecekti. Bu durumda bile, hükümetin rezervleri vardı:Irak’ın toprak bütünlüğü sağlanacak; Irak’ın yer altı zenginlikleri yine Irak halkına kalacak; bölgede bir bölücü devlet oluşumuna engel olunacak...Dahası:Türkiye’nin zararları yazılı olarak teminat altına alınacak vs...
Bu tavrın ve yaklaşımın ne kadar yanlış olduğunu zaman gösterdi…Çünkü, ABD, BM kararına gerek görmeden, hatta silah denetçilerinin görevlerini tamamlamalarına fırsat bile vermeden, bu denetçilerin nihai olarak vereceği raporu beklemeden Irak’ı işgal edeceğini ilan etti. Bu durum, akl-ı selim insanlar için hükümetin o güne kadar bu meselede ortaya attığı bütün argümanların iflasından başka bir şey değildi…
Dahası, iktidarda olan partinin genel başkanı, sanki dünyada Saddam’dan başka diktatör yokmuş gibi, bu savaşa destek vermenin gerekçesi olarak, “Biz, dünyadaki tüm diktatörlere karşıyız!” türünden söylemleri dillendiriyordu….
Yine hükümetin Dışişleri bakanı Yaşar Yakış, o sevimsiz (ve kekeme gibi) üslubuyla, “….ilk kurşun atıldığı gün,Türkiye’ye şu kadar milyar dolar sıcak para girişi olacaktır,” türünden, insan kanı üzerinden pazarlık yapmanın apaçık ifadesi olan talihsiz beyanlarda bulunuyordu…
Sonra ne oldu?
ABD, Irak’ı işgal etti…Fakat daha sonra hem ABD’nin ve hem de, başta Türkiye’deki iktidar olmak üzere, tüm destekçilerin iddiaları ve gerekçeleri boş çıktı…
Peki, bu iddiaların boş olduğunu ve ABD’nin gerçek niyetinin dünyanın jandarmalığına soyunmak olduğunu görebilmek için, 100.000’in üzerinde insanın hayatını kaybetmesine, bir o kadar insanın sakatlanmasına ve çocukların yetim kalmasına gerek var mıydı?
Elbette ki hayır!
Zira, kendini “anadan doğma lider(!)” olarak gören iktidar partisinin genel başkanı, elinde açıkça kimyasal silah olduğunu açıklayan devletlere kayıtsız kalan ABD’nin gerçek amacını görebilir ve buna göre bir tavır koyabilirdi…
Bütün bunları niçin anlatıyorum: Yok birbirimizden farkımız; biz Osmanlı bankasıyız!
Ayrıca, kendilerini ümmetin koruyucusu, sözcüsü ve haklarının savunucusu olarak kabul edip, hem Irak içinde ve hem de dünyada güya ümmetin sorunlarını dünyanın gündemine taşıyıp çözmek veya belli adreslere gözdağı verip korkutup yola getirmek için, akla ziyan eylemlere girişen insanların veya Taliban ve el-Kaide gibi örgütlerin de bunu böyle kabul etmeleri gerekir… Gerçi doğrudan konumuzla ilgili değil ama geniş anlamda bağlantı kurulabilir: Onların, çözülmesini istediklerini iddia ettikleri Filistin Sorunu açısından bile durum budur…Yani, Filistin Sorunu’nda da, bir asır geriye dönüp, oradan yola çıkarak fikir yürütmenin, tavır belirlemenin ve güya bu sorunu çözmeye çalışmanın hiçbir faydası yok…
Elbette, her toplumsal olayı kendi şartları içinde değerlendirmek gerekir ama, “ortak akıl” diye bir şey var ve buna göre, kanaatimce, eğer yetkili konumda olan kişiler, realiteyi doğru okuyabilselerdi, bu sorunun çözümü için, 1948 yılında BM’nin, Filistin topraklarının İsrail’le Filistinliler arasında iki ayrı devlet olarak bölüşümünü öngören kararıyla büyük bir fırsat doğmuştu…Fakat,bu fırsat kabul edilmedi ve gelinen nokta ortada…Şu anda, Filistinliler, o şartlardan çok daha kötüsünü kabule de razıdırlar… Eğer o karar kabul edilmiş olsaydı, bugün İsrail’in yanında varlığını sürdüren yarım asırlık bir devlet var olacaktı…Fakat bugün hatırlayalım, yakın zamanda, vefat eden efsanevi liderin gömülmesi için bile İsrail’in izni gerekmişti…
İsrail, sun’i, işgalci, devlet terörü uygulayan, bir asırdan beri bu hedefe ulaşmak için en acımasız yöntemlere başvuran, dünyanın dört bir yanından Yahudileri toplayıp oradaki Filistin’lilerin topraklarını çeşitli yolarla ele geçiren, uluslararası kuruluşları kale almayan…bir devlet. Bunların hepsi doğru…Fazlası bile var…Fakat, artık bunları konuşmanın ve bunun üzerinden felsefi(!) tahlillere girişmenin hiçbir anlamı da yok, faydası da…
Ortada, yarım asırlık bir devlet var artık ve bu devlet 1,5 milyarlık İslam dünyasına kafa tutacak gücü kendisinde görebilecek bir güvenlik şemsiyesi altında… İslam dünyasından da çok daha fazla dünya kamu oyunda hesaba katılıyor…Biraz komplo teorisi gibi olacak ama, neredeyse, bütün stratejiler İsrail’in çıkarları gözetilerek oluşturulmakta… En azından, dünyanın patronlarının bakışının bu yönde olduğu tartışma götürmez…Dolayısıyla, gelinen bu noktadan hareketle bu sorunun çözümü için projeler üretmek lazım…İsrail, yarım asırlık bir devlet olarak kendi kendini fesh edip, dünyanın dört bir yanından topladığı yerleşimcileri, geldikleri yere geri mi gönderecek? Hiç hoşumuza gitmeyebilir ama, dünya tersine dönmez ve malumu, ilama gerek yok: Tarih, iki kere yaşanmaz!
Yine, sağduyu galip gelmeli ve Filistinliler, hatta İslam dünyası, İsrail’i şiddet yoluyla dize getiremeyeceğini, daha doğrusu bu sorunun şiddet yoluyla çözülmesinin mümkün olmadığını artık anlamalıdırlar… Yapılan “intihar eylemleri”nin de, “çaresizlik” vs. gibi gerekçelerle mazur gösterilmesinin veya bazen bunlara İslam tarihinden dayanak bulunmasının doğru olmadığını bilmelidirler…
Eğer Filistin sorunu çözülecekse, öncelikle şiddetin bir çözüm yolu olmadığı kabul edilmeli ve her türlü şiddet eylemine kesin olarak karşı çıkılıp son verilmelidir…Kısa vadede, ne kadar kötü olursa olsun, Filistin devletinin kurulmasını hızlandıracak sürecin yolları aranmalı, bu yöndeki projelere/planlara destek verilmelidir… Fakat şu anda yapılacak her eylem,sadece, İsrail’i daha da katı ve acımasız bir tutuma sevk edip, dünyanın desteğini de arkasına almasından, Filistin halkının her gün acı çekip gözyaşı dökmesinden ve yürek parçalayan durumlara düşmesinden başka bir sonuç vermez…
Ayrıca, güya bu gibi sorunları dünya kamuoyuna taşımayı/duyurmayı amaçlayan uluslar arası bazı şiddet eylemlerinden sonra, genellikle yapıldığı gibi, komplo teorilerine sığınıp suçu başkalarının üzerine atmak da bizi kurtarmaz…Örneğin, 11 Eylül saldırılarını, Amerika’nın şu veya bu hesaba binaen kendisinin planladığı, Türkiye’deki intihar saldırılarını İsrail’in yine farklı amaçlarla tertip ettiği, hatta ve hatta, (üzerinde bazı kuşkular ve karanlık noktalar bulunduğu söylenebilmesine rağmen) daha önce Türkiye’deki “Hizbullah cinayetleri”nin derin devletin işi olduğu…vs. yolundaki komplo teorileriyle sadece kendimizi aldatmış ve avutmuş oluruz… Profillerinden de açıkça anlaşılacağı gibi, bunu yapanlar, dini hassasiyeti olan insanlardır ve bunu da “din adına” yapmışlardır…Fakat, elbette ki, hiçbir şekilde mazeret kabul etmeyen ve kesinlikle ret edilmesi gereken eylemlerdir…
Kaldı ki, tekrar belirtmek gerekirse, Filistin Sorunu da dahil olmak üzere, İslam dünyasının, bugün karşı karşıya bulunduğu sorunları çözmesi için, “ötekini” şu veya bu şekilde suçlayıp mazeret üretmek yerine, öncelikle dönüp kendine bakması gerektiğini düşünüyorum.
Sonuç olarak; eski bir Tapınak Kitabesinde şunlar yazılıymış: Rüzgarın yönünü değiştiremediğin zaman, yelkenlerini rüzgara göre ayarla; çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getiremediğinle ilgilenir.
Bir paradoks gibi gelebilir ama, şu anda Irak’taki sözümona direniş, sadece ve sadece işgalin “kalıcı olmasını” sonuç veriyor, verebilir…Başka bir ifadeyle, Irak halkı, şu anda mevcut hükümete ne kadar erken ve samimi bir şekilde yardımcı olurlar ve sahip çıkarlarsa, ABD’nin bölgeyi terk etmesi o kadar kısa sürecektir…Sözümona direnişin sürmesi, işgalin de kalıcı olmasına sebep olacaktır… Bunu kanıtlamak için fazla uzağa gitmeye gerek olmadığını düşünüyorum: Ülkemizde, 1982 Anayasası’na “evet” diyenler, bir an önce askeri rejimin ortadan kalkmasını sağladılar…Tersi olsaydı, askeri rejim kalıcı hale gelecekti çünkü…
Irak’ta yaşayan insanlar Filistin sorunundan yeteri kadar dersler çıkarmalı ve yaşanan onca kötü şeye, ödenen ağır bedellere rağmen, yarım asır sonra onların bugün bulunduğu pozisyona düşmemek için akl-ı selimle hareket etmelidirler… Unutmasınlar ki, dünyanın 2. bir Filistin’e tahammülü yok; var olanı bile fazla geliyor!

Hiç yorum yok: