24 Nisan 2007 Salı

ZORUNLU “DİN EĞİTİMİ” TARTIŞMALARI ÜZERİNE

AB’ye giriş süreciyle birlikte ülkemizde gündeme oturan ve gündemden düşeceğe de pek benzemeyen tartışma konularından biri de “zorunlu din dersleri”dir…Din derslerinin ortaöğretim kurumlarında “zorunlu” olmaktan çıkarılmasını isteyenler, Diyanet’in, Genel İdari Teşkilat içinde yer alması da dahil olmak üzere, bunun AB müktesebatına aykırı olduğunu, laik bir devlette Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun bulunamayacağını, Batı’da da bunun herhangi bir örneğinin bulunmadığını savunmaktadırlar… Böyle düşünenlere göre, Diyanet İşleri Teşkilatı da Genel İdare içinden çıkarılmalı ve cemaatlere bırakılmalıdır…Zaten, Diyanet’in cemaatlere bırakılması daha önce de zaman zaman gündeme gelip kamu oyunu meşgul etmişti…
Doğrusu, hem Diyanet’in cemaatlere bırakılması ve hem de din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılmasını savunanların Türkiye’nin kendine özgü şartlarını gözardı ederek ve kimi konularda da yeteri kadar “bilgi” sahibi olmadan bu söylemleri dillendirdiklerini düşünüyorum…Gerçi, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulurken Türkiye’de yaşayan Müslümanların dini ihtiyaçlarını, problemlerini halleden, İslam dinini yayan, İslam kültürünü besleyen bir müessese olarak tasarlanmadı… Tam tersine, gittikçe dini muhtevadan, İslami kimlikten uzaklaşan devletin dinle ilgili problemlerini azaltmak, din’i devletin hizmetine vermek için yukarıdan gelen emirleri uygulayan, fetvalar çıkaran, siyasi merkezin icraatlarını dini açıdan meşrulaştıran, Müslümanların taleplerini zayıflatan bir daire olarak tasarlandı….Başka bir ifadeyle, Diyanet, Müslümanların değil devletin işlerine bakmak üzere kurgulanmıştır…Ancak tarihsel durum ne olursa olsun, bugün Diyanet’in asla görmezden gelemeyeceğimiz olumlu bir işlevi vardır…Bu itibarla Diyanet’in (bazılarınca iddia edildiği gibi) tamamen lağvedilmesi Türkiye’nin özel şartlarını yok saymaktan başka bir anlama gelmez…
Cemaatlere bırakılması konusuna gelince…Öncelikle şunu belirtmek gerekir:Türkiye’de herhangi bir kamu hizmetinin devredilebileceği ‘cemaat’lar yoktur. Çünkü, Türk hukuk literatüründe cemaat kavramı yalnız gayr-i müslim azınlıklar (Ermeni cemaati, Rum/Ortodoks cemaati, Musevi cemaati vb.) için kullanılabilen bir kavramdır ve bu azınlıkların hakları Lozan Antlaşması’nda garanti altına alınmıştır.
Diğer taraftan, bugün siyasi liderlerle rahatlıkla görüşebilen saygın bazı cemaat temsilcilerinin resimleri, daha dün diyebileceğimiz bir tarihte sıkıyönetimce aranan teröristler ve katil zanlılarının arasında sergileniyordu. Yarın, böyle manzaralarla karşılaşmayacağımızın garantisi kim ve hangi kuruluş olacak?
Ayrıca, birebir örtüşmese de, bunun yakın bir örneğini Almanya’da, oraya işçi olarak giden yurttaşlarımız tarafından inşa edilen ve haliyle idaresi kendilerine bırakılan camilerde/kurumlarda görebilmekteyiz…Buradaki gruplaşmalar/kamplaşmalar –en azından bir dönem- o raddeye varmıştı ki, bu insanlar neredeyse birbirlerini boğazlayacaklardı…Diyanet’in cemaatlere bırakılması durumunda buna benzer veya daha vahim durumların Türkiye’de yaşanmayacağının garantisini hiç kimse veremez…
Ortaöğretimdeki din derslerine de bu çerçevede bakabiliriz...Her şeyden önce, bu derslerin, Türkiye’nin mevcut şartlarında gerekliliği, önemi ve bunların savunulması ile bunların ‘dini’ olup olmadıkları meselesini birbirinden ayırmak gerekir.Hadd-i zatında, bu dersler dini gerekçe ve zaruretlere değil, siyasi yönelişlere dayanmaktadır ve bu siyaset ‘laik bir siyaset’ olması yüzünden dersler din için, dine ait olarak değil, siyaset için, düzenlenmiş ve öngörülmüştür. İkincisi; bu derslerin mantığı, muhtevası ve hedefleri –tamamen denebilecek ölçüde- gerek kişiler ve kurumlar, gerekse temel argümanları itibariyle ‘dini otorite’den fazla bir iz taşımamaktadır…
Bir paradoks gibi gelebilir ama, durum böyle olmasına rağmen, yine de Türkiye’nin bugünkü şartlarında ‘din dersleri mecburi olmaktan çıkarılsın, seçmeli hale getirilsin, cemaatlere devredilsin’ gibi görüşler ileri sürmek, ‘çocuklarımız din kültürü almasa da olur’ demekten başka bir anlama gelmez.
Tekrar belirtelim ki, Cumhuriyet kurulurken devlet, dini renk taşıyan bütün kurumları (medrese, tekke, vakıf) ortadan kaldırdı, camileri ve din işlerini kendine bağladı, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile de bir nevi din eğitimini taahhüt etti. Bugün, Diyanet’in, din işlerinin, din eğitiminin devredilebileceği bir ‘Müslüman cemaat’ın olmadığı gerçeğinin farkında olmak lazım. Bu bir çözümsüzlük ve mevcut şartlara mahkum olmak şeklinde anlaşılabilir. Fakat olumsuzlukların ve çarpık uygulamaların varlığı ve işleyişi, yeni yanlışlıklar ve çarpıklıklar için kimseyi haklı kılmaz.
Türkiye’de, kanunen Diyanet’in ve din eğitimi verebilecek ilgili kurumların devredilebileceği “cemaat”ler olmadığı, Batı’daki gibi isteyenin çocuğunu gönderip din eğitimi aldırabileceği Kilisenin açtığı okullar da bulunmadığı için bu noktada geriye şöyle önemli bir soru kalıyor: Din eğitimi gerekli mi, değil mi?
Şimdi yeniden yazımın başlığına dönecek olursak, bence din eğitimi ve öğretiminin zorunlu olmasını, en fazla “dinle pek işi olmayan” ya da “dine hayatında fazla yer vermeyen” insanlar talep etmelidir…Çünkü, din adına sergilenen bu kadar “farklılık”, bazen çelişki ve tutarsızlık, hatta bazen çılgınlık karşısında, onların şöyle demeleri gerektiğini düşünüyorum:
“Hayır! Biz, inanmasak da, din hayatımızda önemli bir yer işgal etmese de, bu sergilenenler, dinin kendisinden kaynaklanıyor olamaz; temelde İlahi kaynaklı olan dini öğretiler bu yaptıklarınıza izin veremez!”
Bunları sadece zihni jimnastik olsun diye yazmıyorum, toplumsal karşılıkları var…Örneğin, herkesin zihninde yer eden ve rahatlıkla hatırlanabilecek facialar olarak, 11 Eylül saldırısı, Türkiyede’ki intihar eylemleri, İspanya’daki Tren bombalama eylemi, Beslan’daki okul baskını… gibi, hunharca yapılan akıl ve mantık dışı, çılgınlık ve vahşet kokan eylemleri yapan kişilerin bu yaptıklarının, kendilerini ait hissettikleri inanç ve değerler dünyasında bir yerinin olup olmadığı, büyük bir köy haline dönüşen bugünkü global dünyada, inansın-inanmasın herkes için önemli değil mi?
Bunu daha bireysel düzeye indirerek de tahlil edebiliriz… Toplumlara yön veren, onları etkileyen, onlara kimlik kazandıran, eylem, tutum ve davranışlarını belirleyen en önemli dinamiklerden birisi de “din”dir…Başka bir ifadeyle, tarihten bugüne, bireysel ve çıkar amaçlı tutum ve eylemler dışında, genel anlamda, insanlığın başına gelen olumlu-olumsuz olaylar, başlıca iki temel dinamikten, “milliyet”ten ve “din”den kaynaklanmıştır… Yani, tarih boyunca yaşanan, hiç istenmeyen bir çok olay ya, “öteki”nin milliyetinden veya “din”inden dolayı yaşanmıştır…
“Milli hassasiyetlerinden” dolayı, akıl almaz, insanlık dışı eylemlerde bulunan kişilerin bu tutumlarını kendisine arzedebileceğimiz/test edebileceğimiz bir kaynak/veya kaynaklar yok; ama, “dini hassasiyet”lerinden dolayı aynı eylemleri yapan insanların yaptıklarını sorgulayabileceğimiz kaynaklar/metinler/öğretiler var…
Bu itibarla, en önemli dinamiklerden biri olması hasebiyle ve olan-biteni anlayabilmek, ait olduğu yere doğru olarak koyabilmek için, inansın-inanmasın, herkesin “din”lerle ve bu dine mensup olduklarını iddia eden insanlarla şu ya bu şekilde bir ilişkisi/iletişimi vardır ve bu yüzden de, isteseler de istemeseler de dine lakayt kalamazlar, kalmamalıdırlar… Bu yüzden,”din”in ne olduğu, ne olmadığı mutlaka doğru bir şekilde öğretilmelidir…
Kaldı ki, hayatlarında dini değerlere yer verme oranları çok farklı olmakla birlikte Türk toplumun büyük çoğunluğu Müslümandır…Bu Müslümanlık kiminde, bütün dini sorumluluklarını yerine getirme şeklinde, kiminde haftada bir Cuma namazına gitme şeklinde, kiminde ise, en azından yılda bir defa Ramazan ayında oruç tutmak şeklinde kendisini göstermektedir… Belki çok basit ve amiyane bir örnek olacak ama, Ramazan ayında, İftar saatine yakın, adeta hayatın durması ve trafiğin kilitlenmesi, toplumun (yılda 1 defa dahi olsa) bu konudaki heyecanının ve duyarlılığının bir göstergesidir…
Türkiye’de İslam’la şu ya da bu şekilde bir ilişkisi olmayan birey, hemen hemen yok gibidir…Hiç ilişkisi olmayanın bile, öldüğünde dini merasimle defnedilmek gibi bir ilişkisi oluyor…(Bunu bile red edenlerin sayısı, bir elin parmaklarını geçmez.)
Diğer taraftan, ahlakın en önemli kaynaklarından birisi yine dindir, dini değerlerdir…İslam dininden kaynaklanan bazı ahlaki değerler, bizim toplumuzu öyle kuşatmış ve ruhuna öylesine işlemiş ki, (pek iç açıcı bir örnek olmayabilir ama) yirmili yaşlarda, yani hayatının baharında evladını vatan savunmasında kaybeden bir ebeveyn, onun “şehit” oluşuyla teselli olmakta, ayakta kalabilmektedir… Kolunu, ayağını, hatta gözünü kaybeden bir insan, kendisini “gazi” olarak kabul edip, hayatını devam ettirmektedir… Din eğitimini zorunlu olmaktan çıkarmak suretiyle fiilen ortadan kaldırıp din’i ve dini inancı çekip aldığımızda, bütün bu değerlerin boşlukta kalacağını hiçbir zaman unutmamalıyız…Kaldı ki, arkadaşlık, komşuluk,aile içi ilişkiler, hasılı bireysel ve toplumsal ilişkilerin her alanında dinimizin bu değerlerinin toplumumuzu kuşattığını görmemek mümkün değil…
Şu anda din adına ortalıkta bir sürü akıl almaz çılgınlık, istismar, ahlaksızlık, sefalet, hatta vahşet kol gezdiği için, çoğu zaman “yutkunarak” konuşmak zorunda kalınıyor… Halbuki, ilk özgün muhatapları olan Miladi VII.yy.daki topluma verdiği mesajın doğru anlaşılması ve yorumlanması ve yine doğru olarak bugüne taşınması halinde, İslam’ın, kendimizle toplumla ve dünyayla barışmak ve mutlu olmak için içerdiği ahlaki/toplumsal ilkelerin rahatlıkla tüm insanlar tarafından görülebileceğini düşünüyorum… Fakat maalesef, kimse bu kafa karışıklığı ve polemik ortamında sözkonusu ilkelere bakacak durumda bile değil… Basitçe söyleyecek olursak, İslam’ın ahlaki ilkelerinin tam olarak toplumda egemen olması durumunda, bugün bizleri canımızdan bezdiren, hırsızlık, kapkaç, fuhuş, hortumlama, rüşvet, cinayet, zulüm… gibi eylemlerin toplumda vücut bulması sözkonusu olabilir mi? Gerçek anlamda Allah rızası ve korkusu olan ve “öte dünya”da bunların hesabını vereceğine kesin olarak inanan birisinin bu tür eylemlere teşebbüs etmesi düşünülebilir mi? “Bir insanı öldürmenin bütün insanları öldürmek gibi olduğunu” bilen inançlı bir insan, bu eyleme cesaret edebilir mi?
Bütün bunları söylerken, birilerine İslam’ı sevdirmek ya da tebliğ yapmak gibi bir amacım yok; sadece ve sadece, dinle işi olmayanların dahi, İslam’ın ahlaki ilkelerinin toplumda yaygınlaşmasından zararlı değil, kârlı çıkacaklarını ve dini eğitimle ilgili tartışmalara bir de bu açıdan bakmaları gerektiğini vurgulamak istiyorum…
Buna karşılık, kötü örnekler de var…Dini değerleri istismar edip rant sağlayan, bunu kendi kişisel çıkarları için kullanan ve din’i sadece her türlü ahlaksızlığını örtmek için bir maske ve koruyucu kalkan olarak kullananlar da var… Komşuluk, arkadaşlık, dostluk, karı-koca ve aile içi insani ilişkilerde, bırakın bir inançlı bir insanın, asgari insanlık özelliklerini taşıyan bir insanın bile asla yapmayacağı tutum ve eylemlere sahip kişiler var… Kısacası, iyi örnekler de kötü örnekler de fazlasıyla var…Bu bir şeyin apaçık ifadesidir: Bu ülkede yaşayan herkes, inansın, inanmasın, İslam dinine lakayt kalamaz, İslam dini ve bunun müntesipleri yokmuş gibi davranamaz… Kendisinin dinle bir işi olmasa dahi, dindarlarla, ya da dindar olduğunu söyleyen, bir dine aidiyet iddiasında bulunanlarla şu veya bu şekilde bir ilişki içerisindedir…Dolayısıyla, şu ya da bu şekilde yolları kendileriyle kesişen insanları en azından “anlamak” için, onların inançlarını ve değerler dünyasını öğrenmek durumundadır…
Diğer taraftan, ne yazık ki, ülkemizde din veya İslam dini denilince, ilk akla gelenler, “birden fazla kadınla evlilik, kadınları dövmek, boşanmanın, erkeğin ‘boş ol’ demesine bağlı olduğu, hırsızın elinin kesilmesi, kadının mirasta ½ pay alması, zina cezası olarak taşla öldürülme” vb. hususlardır… Ve bunlar da çoğu zaman, kahve ağzıyla tartışılmakta, polemiklere konu olmaktadır… Ne, “dinle işi olmayan”lar İslam’ı doğru anlamak için samimi bir çaba içerisindedirler ve ne de İslam’ı temsil iddiasında olanlar, İslam’ın ne olduğunu, ne olmadığını ortaya koyup insanlara doğru olarak aktarabilmektedirler…
İkinci tarafta yer alan birisi olarak iğneyi kendimize batırıyor ve suçu üzerimize alıyorum: İslam dinin temsil iddiasında olanlar, bu dini insanlara topluma doğru bir şekilde aktaramadılar… İslam’ın bir konudaki hükmünü açıklamak veya öğrenmek, açıp Kur’anda veya Hz.Muhammed’in sünnetinde, o konuyla ilgili bir ayet ya da hadis olup-olmamasına indirgendi…
Tekrar konumuza dönecek olursak, tartışılması gereken, din eğitimin zorunlu olup olmaması değil, verilen eğitimin içeriği, bunun (Hz.Adem’den Hz.Muhammed’e kadar gönderilen bütün peygamberlerin getirdiği mesajın ortak adı olan) İslam dinini topluma ne kadar doğru olarak aktarabildiği, toplumun din olgusu etrafındaki kuşkusunu ne kadar giderebildiği ve ilgili tartışmalara nasıl bir katkıda bulunduğudur…
Bunu daha iyi anlamak için, şu an okullarda okutulan ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak dersi müfredatına, daha doğrusu lise 1-2-3. sınıfın kitaplarında yer alan konulara bakmanın yeterli olduğunu düşünüyorum:
LİSE-1:
Ünite-1: Din, Ünite-2: Dinler Ve Özellikleri, Ünite-3:Din Ve Ahlak,Ünite-4: Devlete Karşı Görevlerimiz,Ünite-5: Temizlik Ve Doğruluk, Ünite-6: Savurganlık.
LİSE-2:
Ünite-1: İslam Güzel Ahlaktır, Ünite-2: Milli Birlik Ve Beraberlik, Ünite-3: Örf-Âdet, Ünite-4:Kötülüklerden Kaçınma Ve Kötülükleri Önleme, Ünite-5: Çalışmak Ve Üretici Olmak, Ünite-6:Öğretmenlik
LİSE-3:
Ünite-1: İslam Ve Evren, Ünite-2:Evrensel Bir Din Olarak İslamlık, Ünite-3: Türk-İslam Kültür Ve Uygarlığı, Ünite-4: Atatürk Ve Dinimiz, Ünite-5:Ahlaki Görevlerimiz, Ünite-6: Adalet, Ahlak Ve Din.
İşte, etrafında bunca fırtına koparılan ve okullarda zorunlu olarak okutulan din derslerinin müfredatı bundan ibarettir… (İlköğretimdeki konular da aşağı-yukarı böyledir, sadece, orada bazı kısa sure ve duaların ezberlenmesi istenmektedir…)
Bu müfredata itiraz etmeliyiz; hem de yüksek sesle…
Bu arada, okullarda “Din Kültürü ve Ahlak” derslerinde, “Kur’an Meali”nin okutulması türünden düşünceleri, günü kurtarma amacıyla ortaya atılmış, üzerinde yeteri kadar düşünülmemiş eyyamcı öneriler olarak değerlendirdiğimi belirtmek isterim… Çünkü, ilgililerce bilindiği gibi, Kur’an metninin, ne “tematik”, ne “sistematik” ve ne de “kronolojik” olmayan, kendine özgü bir yapısı var…Dolayısıyla, Kur’anın mesajını doğru olarak anlamak ve onu bugüne taşıyabilmek için, klasik tertibini/sıralamayı aşan, daha doğrusu bundan farklı, özgün çalışmalara ihtiyaç vardır…Bunlar yapılmadan, Kur’anı, 1 defa da, gökten indirilmiş ve tüm insanlığa hitap eden bir kitap gibi insanların önüne koyarsanız, bu bir çok konuda (bugün olduğu gibi) onların Kur’andan yanlış anlamlar çıkarmalarına, hatta O’nu –haklı olarak- çelişkili bir metin/kitap olarak görmelerine sebep olacaktır… En iyi ihtimalle, O’nun getirdiği mesajı hakkıyla anlamaları ve bugüne taşımaları mümkün olmayacaktır…
Sonuç olarak; dinle işi olan-olmayan herkes, din eğitimin zorunlu olmasını talep etmeli…Ama aynı zamanda ısrarla talep etmeleri ve takipçisi olmaları gereken diğer bir konuda, okutulacak olan bu din derslerinin muhtevasıdır…Bunun, toplumsal taleplere/sorunlara/kuşkulara/tartışmalara ne kadar karşılık verdiğidir…
Bu noktada sorulması gereken can alıcı bir soru da şudur: Din eğitimi ve öğretimi devlet tarafından uzman kişilerce ve kurumlarca verilmezse ne olur ve ortaya nasıl bir sonuç çıkar?
Sanırım, bunun sonucunda ortaya nasıl bir manzara çıkacağını tahmin etmek için kahin ya da sosyolog olmaya hiç gerek yok… Bugün bile, bu eğitim devlet tarafından ve resmi kurumlarca verildiği halde, birkaç dua ezberleyen ortaya medyum diye çıkabilmekte, Türkçe’yi bile doğru dürüst kullanamayan insanlar, medyum olarak Maliye’ye kayıt yaptırabilmekte ve ayak bastı parası olarak gidenlerden yüz dolar para alabilmektedirler…Din eğitiminin, devletin kontrolünden çıkması durumunda, bunun çok daha vahim boyutlara ulaşacağı, ortalığı cinci-üfürükçü-medyum ve şarlatanların, din istismarcılarının, koca-karıların alacağı hiç de tahmin edilemeyecek bir durum değil….
Bir diğer nokta, gayr-i resmi olarak din eğitimi verecek insanların, bu şekilde toplum/devlet kontrolünden/veya iletişiminden -kısmen- uzaklaşarak kendi içlerine kapanacağı ve toplumdan soyutlanacaklarını da gözardı etmemek lazım….
Dahası, İslam, bin yıldan fazla (Türk’lerin Müslüman oluşlarından bu yana) toplumumuzun tarihini çok derinden etkileyen, yönlendiren ve şekillendiren en önemli dinamiklerden biridir… Bir toplumun, kendisini geçmişte çok derinden etkileyen dinamikler hakkında bilgisiz olması düşünülebilir mi? Onu, bugünkü nesle öğretmemek demek, o tarihi silmekle eşdeğerdir…Devlet, laik karakteri itibariyle “din’e dayanmıyor” olabilir ama, din’i yok sayamaz; vatandaşların büyük çoğunluğunun mensup olduğu dini görmezlikten gelemez…Kaldı ki, burada birbirine karıştırılan önemli bir husus da şudur: Aslında, devletin “dine dayanması” ile “dinden yararlanması” oldukça farklı şeylerdir… Ve, bir devletin, tüm evrensel değerler gibi, herhangi bir dinden yararlanması demokrasiye aykırı değildir…Yanlış ve demokrasiye aykırı olan, dini değerlerin topluma zorla dayatılmasıdır…Bu açıdan dini eğitimin, daha doğrusu “dinin ne olduğunun bilinmesi”nin toplumun bütün katmanları için gerekli olduğu rahatlıkla söylenebilir…Zorunlu din eğitimine karşı çıkanların bütün bu durumları genişçe değerlendirmeleri gerekir…
Bu yazıda, din eğitimi, belli bir dinle sınırlı kabul edilmediği, daha doğrusu, Hz.Adem’den Hz.Muhammed’e kadar gelen evrensel din olan İslam, bir bütün olarak kabul edildiği için, meseleye sadece kutsal metinlerin doğru anlaşılması ve yorumlanması, daha doğrusu, bunların “ne kadar doğru anlaşıldığı” ve bunun insanlık tarihinde ortaya koyduğu “sorunlar” açısından bakılmıştır…Bu yüzden, güncel bazı tartışmalar/iddialar ve itirazlar, özellikle ihmal edilmiştir…

Hiç yorum yok: